Arşivler

Hoş Geldin Yeni Yıl

Uzun zamandır bloğuma yazma fırsatım olmamıştı, ancak makul bir gerekçem vardı. Yazamadığım zamanlarda çocukluk hayalimin peşinden koşuyordum. Okuma yazmayı ilk öğrendiğim an itibarıyla bir kitap yazmaktı hayalim ve şükür 2019 yılı bu hayalimin tamamlanma yılı oldu. İşte tam da bu nedenle blog yazılarıma bir süre ara verdim, yazmalar, okumalar hep kitabım Pollyanna Mutlu muydu’ya gittiler… (Bu arada ufak da bir not, Pollyanna Mutlu muydu? Ocak ayında satışta olacak)

Hazır dedim yeni yıl gelirken hem 2020’ye hoş geldin desem, hem de yeni yıl kararlarımı keşfetsem.

Sonra bir soluklandım ve yeni kararlar keşfetmeden önce eskilerine bir bakayım dedim. Biraz kurcalayınca, bir grup kararımın yıllık değil ömürlük olduklarına inandım. Nedir onlar derseniz, hemen söylerim: Şefkat ve umudu ve bunlara bağlı olarak da mutluluğu hem kendi içimde çoğaltmak hem de paylaşmak konusunda yaptıklarımı daha fazla yapmakla ilgili kararalar sözünü ettiklerim.

Benim için ömürlükler, çünkü inanıyorum ki içinde yaşadığımız günlerde ancak ve ancak kızgınlık ve umutsuzluk yerine onların zıt kavramları olan şefkat ve umut çoğalırsa daha iyi bir dünya olacak etrafımızda.

Birkaç yerde okudum, 1 kişinin üçüncü seviye etki alanında 8000 kişi var, yani, 1 kişi bir şeyleri değiştirirse, 8000 kişiyi etkileme ihtimali var. Madem öyle, ben de umut ve şefkati çoğaltma konusundaki kararlarımı paylaşırsam, bakarsınız birileri beğenir kullanır, o zaman da belki 8000, 10000 derken birçok insanın içindeki umut, şefkat ve mutluluk çoğalır dedim kendi kendime.

İşte benim kararlarımdan bana göre en kolay olanlarından bazıları:

  • Trafikte sakin ol, korna çalma, bağırma, yol ver, gülümse, tersini yapmak hiç işine yaramıyor zaten
  • Sabahları günaydın de, dolmuşa, otobüse, taksiye, servise binerken selam ver, merhaba de, tanımasan bile fark etmez, yine de söyle
  • Sorun paylaşmak yerine, sorundan söz edince aklına gelen çözümleri de keşfet ve onları da paylaş
  • Kullandığın dile ve seçtiğin kelimelere dikkat et, koşturuyoruz demek yerine ne yapıyorsan onu söyle, yorgunum demek yerine seni meşgul eden işlerinden söz et
  • Her zamankinden daha fazla teşekkür et, teşekkür ederken ne için teşekkür ettiğini, yapılan şeyin seni neden memnun ettiğini de belirtmeye gayret et
  • Daha fazla yardımlaşmayı hedefle,
  • Sevdiklerinle daha fazla vakit geçir, geçirdiğin vakitleri gerçekten onlarla geçirdiğinden emin ol, hem zihnin, hem bedenin orada olsun, mümkünse telefonun, mesajların ve televizyonun sizden uzaklarda dursun
  • Sevdiklerine onları sevdiğini daha fazla söyle
  • Çocuklara ve gençlere daha fazla zaman ayır, bildiklerini, tecrübelerini anlat, paylaş
  • Doğaya ve hayvanlara daha fazla zaman ayır
  • Kendi yaşamında yolunda gidenleri daha fazla fark et, unutma yolunda gidenler genellikle yolunda gitmeyenlerden daha fazladır, ama biz yolunda gitmeyenleri daha kolay fark ederiz
  • Duyguların bulaşıcı olduğunu her zaman hatırla ve her gün acaba bulaştırdığım duygu ne sorusunu sor kendine
  • Koskoca evrende küçücük bir “ben” olsan da, kapladığın bir alan olduğunu hep hatırla ve o alanın sana verdiği iyi ve doğru insan olma sorumluluğunu sakın unutma
  • Hayatı otomatikten ve sadece alışkanlıklardan yaşamadığından emin ol, her gün farklı ne var, ben nasıl katkı sağlarım sorusunun cevabını aramayı sakın unutma
  • Daha fazla oku, daha fazla öğren, daha fazla keşfet, daha fazla paylaş

2020’nin mutlu, umutlu ve şefkat dolu bir yıl olması dileklerimle…

Bir Sabah Hikayesi: Salyangozla Buluşma

Bu sabah yürüyüş yapıyordum. Bir salyangozla buluştum. Ben yürümeğe başladığımda, o da yürüyüş yolunun bir tarafından diğer tarafına, yani karşıya geçmeye çalışıyordu. Ben 45 dakika yürüdüm, o da 45 dakika yürüdü. O karşıya geçti, ben de 5000 adım tamamladım. Yani 45 dakikanın sonunda her ikimiz de hedefimize ulaşmıştık. Yalnız onun bir farkı vardı, kararlılıkla ilerlediği karşıya geçme yolculuğu, yürüyüş yapan insanlar nedeniyle biraz zorluydu. Kimsenin ona basmaması gerekiyordu. Üstelik bu konuda onun yapabileceği bir şey yoktu, çünkü hızını çok da değiştirmesi mümkün değildi. Ona rağmen istifini bozmadan kararlılıkla ilerledi 45 dakika boyunca hedefine doğru, kaygısız, endişesiz, ya da kaygılı ve endişeli ama vazgeçmeden. Bir de bilirsiniz ya salyangozlar ilerledikçe arkalarında iz bırakırlar. Belki de kendince iz bırakıyordu geçtiği yollarda. Kendinden bir şey kalsın istiyordu arkasında. Kim bilir, belki de sadece bir izdi arkada kalan.

Bu arada, çocukluğumdan beri çok severim salyangozları, hani yağmur yağdığında su için çıkarlar ya ortalığa, boy boy, farklı kabuk renkleri ile dolaşırlar ortalıkta. Kimisi ömrünü o arada tamamlar, çünkü dikkatsiz insanlar üstlerine basarlar, bir çıtırtı çıkar ve talihsiz salyangoz veda eder aniden. Bazen de çocuklara oyuncak olurlar, çocuklar alıp atıverirler etrafa, sanki topla oynar gibi. Onca yaşımdır bakarım salyangozlara ama, bu sabahki arkadaş kadar merakla baktırmamıştı hiç biri kendini bana.

Neyse uzun lafın kısası, düşündürdü bana salyangoz bu sabah. Epey düşündürdü. Tam duygusal dayanıklılık, mutluluk, yaşam, kararlılık, azim filan düşünürken karşıma çıkması da pek tesadüf olmadı sanırım.

Yani, doğa her zaman olduğu gibi öğreticiydi bu sabah da…

Keyifli hafta sonları olsun herkese…

Masalcık: Gelincik, Kırmızıcık, Kaplumbağacık…

Bahçede gezinirken gözüne gelincikler çarptı küçük kaplumbağanın. Merakla inceledi kırmızı çiçekleri. Kaplumbağalar renk görmez derler diye içerledi kendi kendine. Oysa görüyorum işte, kıpkırmızı bu gelincikler. Ne kadar zarif, ne kadar narin görünüyorlar. Acaba tutsam koparsam mı diye düşündü. Sonra elleri yok ki kaplumbağanın koparamaz derler diye içerledi kendi kendine. Oysa belki de vardı, belki de koparabilirdi. Biraz daha içlerine doğru ilerledi gelinciklerin. Bir baksam dedi Google’a acaba neden isimleri gelincik, gelin gibi narin oldukları için mi, yoksa, gelincik sadece onlara verilmiş bir isim mi, neye benzediklerinden bağımsız. Sonra vazgeçti hızlıca, neden gelincikse, ondan gelincik. Belki de gelincik değil, benim için kırmızıcık, belki de, kendisine sorsak, adı başka, kim bilir.

Sonra yeşil yaprakların arasına usulca oturdu. Oturamaz mı kaplumbağa dediniz, hadi oradan, size göre oturamaz olabilir, ama ben otururum. Evet oturdu ve gelinciklerin kokusuyla kendinden geçti adeta. Kokmaz mı gelincik, yapmayın Allah aşkına. Ne dediniz, kaplumbağalar koklayamaz mı? Kim demiş.

Bırakın bunları da siz ne görüyorsunuz bu kırmızıcıklara bakınca onu düşünün. Adının, kokusunun, neden bu adı ona verdiklerinin önemi var mı, bırakın benim ne yapıp yapamayacağımı da siz kendinize tutun mikrofonu. Kendi sesinize kulak verin, dinleyin, duyun, ilham alın söylediklerinizden, sonra da siz bir isim verin kırmızıcıklara, gelinciklere. Siz bakın kokuları var mı, siz dinleyin rüzgarda sallanırken çıkardıkları sesleri, incecik çiçek ne sesi olur ki demeden dinleyin olur mu? Çünkü belki vardır, belki duyarsınız.

Sakın bana da sen nasıl konuştun kaplumbağa diye sormayın anlaştık mı. Ben konuştum, siz de duydunuz…

Merak

Geçenlerde bir yerde kahve içerken yanımdaki masada oturan hanımın bebeği de bebek arabasında kendi kendine oynuyordu. Oynuyordu dediysem, aslında elinde herhangi bir oyuncak filan yoktu, ama kendi kendine eğleniyordu. Malzemesi neydi diye sorarsanız, hemen cevaplarım: elleri.

Bunu okuduğunuzda pek çoğunuzun gözünün önüne ellerini dikkatle inceleyen bir bebek görüntüsü geldiğine eminim. Bebekçik ellerini incelerken, ben de uzun uzun onu izledim. Gözlerindeki merak, detaylı bir şekilde nasıl da odaklanarak parmaklarına baktığı, ellerini elinden geldiğince döndürerek her bir kısmı görme çabası, sanki fark ettiklerini kaydedercesine durup bakışları.

Meraklı bebekciği izlerken, başladım düşünmeye. Merak etmenin ne kadar içimizde var olan bir dürtü olduğunu, öğrenmenin ve gelişmenin temelinde durduğunu, merak ve öğrenmenin nasıl da merak edeni anda tuttuğunu, sonrasında ne olup da çocuk merakının kaybedildiğini ya da nasıl olup da her zaman bizlerle kaldığını düşündüm durdum.

Yeni bir şeye duyulan merak, onu enine boyuna araştırmak incelemek, kendimize bolca soru sormak, araştırma, inceleme ve sorulara bulunan cevapların sayesinde keşfedip öğrenilenlere heyecanlanmak, hiç bilmediklerimizin varlığından haberdar olmak, yepyeni şeyleri fark etmek, bunun sonucunda mutlu hissetmek, ardından yeni öğrenmeleri yanına alarak daha da yeni öğrenme ve meraklara doğru yola çıkmak, hepimizin küçükken yaptığı, sonra bazılarımızın vazgeçmeden yapmaya devam ettiği, ama bazılarımızın bir yerlerde unuttuğu bir şey değil mi sizce de?

Yaşam boyu merakı içimizde tutmayı başardıysak, çok şanslıyız, çünkü o merak yaptığımız her şeyde yeni öğrenmeler ve keşiflerle beraber bize yol açmaya devam edecek demektir. Eğer çocuk merakı bizi bugüne getiren yolda bir yerlerde kaldıysa, unutulduysa, hele de yerini, merak etmeyi engelleyen kaygı ve endişeye bıraktıysa, işte o zaman belki de hemen bir durup yolda unutulan ve aslında özümüzden bir yerlerde duran merakı alıp yeniden yerine koymak işe yarayabilir.

Einstein belgeselini izleyenler hatırlar, bu arada, izlememiş olanlara şiddetle öneririm. Belgeselin son bölümüydü sanırım, bir küçük kız çocuğu Einstein’la röportaj yapıyor, ona soruyor: “Bay Einstein, nasıl oldu da bunca şeyi keşfettiniz?” Einstein cevap veriyor: “Sadece merak ettim.”

Belki düşünmek istersiniz, sizin içinizdeki çocuk merakı ne kadar hareketli durumda? Verdiğiniz cevaptan memnunsanız, sorun yok, değilseniz, biraz daha düşünmeye değer belki de kim bilir…

Keyifli ve meraklı hafta sonları…

Yeşil Yapraklım

Fotoğraftakileri tanıştırayım: Yaklaşık dört yıldır bizimle olan Yeşil Yapraklım isimli saksı çiçeğim ve sevgili kedi kızımız Fıstık. (Bu yazının ana kahramanı fotoğrafta gördüğünüz saksı çiçeği olacak, anlatacaklarımda kedi kızımız yer almıyor, ama olsun, madem fotoğrafta çıktı, onun da adı geçsin istedim.)

Bu sabah yaptığım balkon turum sırasında saksıdaki çiçeğimin açmak üzere olduğunu görünce ne kadar mutlu oldum anlatamam. Diyeceksiniz ki ne var bunda bu kadar sevinecek, bütün çiçekler açar. Elbette haklısınız, genelde bütün çiçekler açar açmasına da, benim bu çiçeğim evimize dört yıl önce üzerinde renkli çiçekleri ile gelmiş, ancak o çiçekler döküldükten sonra bir daha hiç çiçek açmamış, sadece yemyeşil yapraklarıyla hayatını sürdürmüştü. İşte o yüzden de adını Yeşil Yapraklım koymuştum.

Bu bahar, sevgili Yeşil Yapraklımın tekrar çiçeklenmeye karar verdiğini görünce epey bir düşündüm. Yeşil Yapraklımın tomurcuklarının bana doğanın muhteşem bilgeliğini bir kez daha hatırlattığını fark ettim. Hiç bir müdahale gerektirmeyen, akışla yol alan, kendiliğinden olanların olmasına izin veren bir bilgeliği bir kez daha fark ettiren düşüncelerle doldu zihnim. Dört yıldan sonra artık yeşil yapraklımın çiçek açacağından ümidimi kesmişken, ondaki kararlılığa ve dayanıklılığa işaret ediyordu düşüncelerim.

Benim güzel yeşil yapraklım vazgeçmemişti hayatta olmaktan, çiçek açmadan geçen dört yıl onu kuvvetle ayakta durmaktan ve balkonumuzu keyiflendirmekten alıkoymamıştı, sabır ve kararlılıkla saksısında büyümeye devam etmişti. Ne geçen mevsimler, ne de yanı başında çiçek açan diğer saksılar hevesini kırmamışlardı. Beklemişti, neyi, neden bilmiyorum, ama beklemişti. Belki de kendi seçimiydi beklemek, belki de bir süre çiçek açmadan beklemek istemişti, kim bilir.

Durum her neyse, durumun ne olduğunu ancak Yeşil Yapraklım biliyor. Benim bildiğim bir şey var, Yeşil Yapraklım bu sabah benimle göz göze geldi ve adeta fısıldadı, hadi gözün aydın, geliyor senin renkli çiçeklerin. Biraz da kararlılık, azim, seçimler, akışta olma, yeniden çiçek açma cesareti gibi konularda bilgi paylaştı sanki. Siz ne dersiniz?

Biz Onları Nerelerde Düşürdük?

Geçenlerde bir sohbet sırasında konu bizlerin gençliğine gitti. “Eskiden biz” kelimeleri ile başlayan ve “yolda yürürken bile birbirimize gülümserdik, günaydın derdik, selam verirdik”, gibi kelimelerle devam eden cümleler doldurdu sohbetin içini.

Zaten insanların birbirlerine günaydın deme, selam verme meselelerinde yaşanan kayıplar, kesintiler ve eksilmeler takıntılı konularımdan olduğu için her zaman gündemimdedirler.  Hatta verdiğim eğitimlerin neredeyse hepsinde mutlaka bir günaydın meselesi konuşur, sonra da günaydın egzersizi yaptırırım katılımcılarıma.

Arkadaş sohbetine geri dönersek, zaten yoğun bir şekilde gündemimde olan bir konu olduğu için olsa gerek, arkadaşlarım “o eski günleri” yad ederken, benim zihnimin içinde de bir kaç soru belirdi, “Acaba biz bütün bunları neden kaybettik, nerelerde düşürdük?”

Derken içimdeki koçluk yanım devreye girdi ve bana şöyle seslendi: Nazlıcım biz “neden” sorusu sormayız, ilgi alanımızı “bugünden sonra nasıl yaparız mevzusuna” odaklamalıyız.

Ben de o sesi dinledim ve sorumu şu hale dönüştürdüm: Yine o yad ettiğimiz eski günlerdeki gibi birbirimize günaydın demek, selam vermek, gülümsemek ve bu konuda yeni nesillere örnek olmak için ne yapmak lazım? Biraz düşünmek fena mı olur dedim kendi kendime.

Aslında bu konu sadece benim değil, hepimizin konusu olmalı diye düşündüm hemen ardından. Düşünsenize, bir anda bu diyarlara bir sihirli değnek dokunsa ve otobüste, minibüste, yolda yürürken, bir dükkana girdiğimizde, asansöre bindiğimizde, çalıştığımız yerlerin kapısından girdiğimizde bir anda bir baksak ve görsek ki, herkes birbirine günaydın diyor, gülümsüyor, selam veriyor ve hatta hatır soruyor. Sonrasında neler farklı olurdu sizce? Bir hayal etsenize…

Sihirli değneğin dokunmasını beklemeden, bu hafta sonu başlasak mı denemeye, ne dersiniz?

Mutluluk Masalı

Sihirli bir ormanda meraklı bir mavi kuş yaşarmış. Mavi kuşun her günü yeni bir şeyi merak etmekle ve sonra da onu öğrenmek için düşünmekle ve araştırmakla geçermiş.

Son günlerde bizim meraklı mavi kuşun kafası biraz karışmış. Ormanda dolaşan bir kelime varmış bu aralar. Sık sık mutluluk diye bir kelime çalınıyormuş kulaklarına. O kadar sık duyuyormuş duymasına ama, ne demek olduğunu bilmiyormuş. Meraklı ya, merak ettiği her şeyde olduğu gibi mutluluğu da öğrenmeye karar vermiş. Ama ne yazık ki bu öğrenme çabası, bizim mavi kuş için oldukça saçma bir duruma dönüşmeye başlamış. Ne kadar düşündüyse, ne kadar kafa yorduysa bulamamış mutluluğun ne demek olduğunu. Sonra sihirli ormanın sihirli imkanlarına başvurmuş, biraz internet, biraz ansiklopedi, biraz kitap dergi, gazete araştırmış. Ama nafile, buldukları da içine pek sinmemiş.

Durmuş, biraz daha düşünmüş bizim mavi kuş. Tam düşünürken, kanatları olduğunu hatırlamış birden bire. Kendi kendine şöyle demiş: Ben neden burada oturup kitap defter karıştırıyorum ki, en iyisi uçup etrafı dolaşayım, karşıma çıkanlara sorayım, bakalım onlar biliyorlar mı mutluluğun ne demek olduğunu.

Ertesi sabah erkenden başlamış uçmaya.

Karşısına önce güneş çıkmış. Sormuş güneşe: Sevgili Güneş, sen mutluluk ne demek biliyor musun? Güneş durmuş, biraz düşünmüş, sonra tüm canlıların içini ısıtmak diye cevap vermiş. Bizimki teşekkür edip yola devam etmiş.

Bu defa kocaman bir erik ağacı ile karşılaşmış. Sevgili erik ağacı, sence mutluluk ne demek diye sormuş. Erik ağacı, dünyanın en güzel duygusudur mutluluk demiş ve devam etmiş, her mevsim hayatta kalmak, baharda çiçeklenmek, çiçeklerimin meyvalara dönüştüğünü görmek, sıcak yaz günlerinde dostlarıma gölge olmak diye cevap vermiş. Peki demiş mavi kuş ve yine uçmaya koyulmuş.

Bu defa kızgın bir kaplumbağa görmüş toprakta yürümeye çalışan. Hemen onun sırtına konmuş ve kaplumbağa kardeş, mutluluk ne demek diye sormuş. Kaplumbağa hızla cevap vermiş: Git başımdan, seninle uğraşamam, şu halime bak, yürü yürü, hiç bir yere varamıyorum bir türlü. Bana böyle saçma sorular sorma. Mutluluk da neymiş, safsata bunlar. Kaplumbağadan korkan mavi kuş, hızla kanat çırpmış oradan uzaklara.

Önüne bakmadan uçarken, masal bu ya, az daha kartalla çarpışıyormuş. Kartalın kocamanlığından biraz çekinmiş, ama yine de hemen sormuş: Sevgili kartal, sence mutluluk ne demek? Kartalın cevabı kısa ve netmiş, yükseklerden etrafı görebilmek.

Kime sorduysa farklı cevap aldıktan sonra, artık eve dönmeye karar vermiş bizimki. Yol boyu da düşünmüş. Hiç biri aynı şeyi söylemedi bana, kimi safsata dedi, kimi dünyanın en güzel duygusu, kimi etrafı görebilmek dedi, kimi meyvelerinden söz etti, halbuki ben bir konuyu araştırınca, bir tanım bulurum araştırdığım konuda ve içimdeki merakım azalır. Bu araştırmam merakımı daha da artırdı.

Onun bu düşüncelerini duyabilen en az onun kadar meraklı olan sihirli bulutlar seslenmişler. Hey mavi kuş, mutluluk diyorsun adına, sonra ortak tanım arıyorsun ortalıkta. Mutluluk senin kanatlarında, onlara bak, sonra kendine sor, sonra da düşün. Hemen anlarsın mutluluğun ne demek olduğunu.

Önce şaşırmış bizim mavi kuş, sonra düşünmüş, şöyle bir kanatlarına bakmış, sonra da etrafına, biraz da içinden geçenleri dinlemiş. Sonra bir keyif dolmuş içine, şarkılar söyleyerek ormanına doğru yola çıkmış. Artık biliyormuş…

Siz de biliyorsunuz değil mi…

 

Yaşasın Cemreler Düşüyor

Bu aralar bir kar yağıyor, bir güneş çıkıyor. Hava nispeten bir ılınıyor, sonra bir bakıyorsunuz, yine eksilere düşmüş. Eksiler normal de, ılık havalar Şubat ayının bildiğimiz normali değil. Bunlar oldukça sık sık tedirgin bir ifade ile, mevsimlere bir hal oldu, eskiden kış böyle mi olurdu derken buluyorum kendimi. Sonra bu yorumlarımın arasında bir şey geliveriyor aklıma, çocukluğumdan beri tanıdığım bir ses sesleniyor içimden: Merak etme, mevsimler değişse de, değişmeyen bir şey var, rahat ol, bak cemreler düşmeye başladı, hatta ikisi düştü bile, kaldı bir tane, sonra bahar. Cemrelerin düşeceğini bilmek, düştüğünü duymak, bana her kıştan bahara geçişte iyi hissettiriyor, çünkü onları tanıyorum, tanımadığım değişikliklerin arasından göz kırpıyorlar bana, rahat ol, biz buradayız diye.

Bugün şunu düşündüm: Değişen şeylerin içinde değişmeyen ve güven veren şeylerin de var olduğunu bilmek iyi bir şey. Hemen ardından da şu cümleyi söyleyiverdim kendime: Demek ki neymiş, hayattaki değişim dönemlerinde, değişmeyen ve güven verenlerin varlığını keşfedip, onlardan destek almak değişimi yaşamanın kolaylaştırıcılarından biri olabilirmiş. Meğer cemreler de değişimde değişmeyenlerin metaforu, hatırlatıcısıymış benim için.

Özel hayatta, iş hayatında, sosyal hayatta, tüm hayat türlerimizin içinde değişim bizimle hep el ele, yan yana, hatta burun buruna. Değişim, bilmediğimiz ya da alışkın olmadığımız şeyleri yaşamak gibi bir şey olduğu için olsa gerek, bazen tedirgin oluyoruz o bilinmeyenlerle karşılaşmaktan. Öyle olduğunda da “istemiyorum bu değişimi”, bildiğim gibi iyiydi diyen bir itiraz yükseliyor içimizden. İşte benim cemreler, bu tedirginliğin, bu itirazların daha kolay atlatılmasının ve değişimi daha kolay yaşamanın güven veren destekçileri galiba.

Acaba sizin hayatınızın içindeki değişimleri kolaylaştıran cemreler neler, kimler? Bugüne kadar nasıl destek oldular size? Bugünden sonra nasıl destek olmaya devam ederler? Belki düşünmek istersiniz…

Hedeflerin Bir Adım Ötesi…

Yeni bir yıla daha başladık. İnsanın kendisini takip için yarattığı önemli döngülerden bir tanesi gibi gelir bana yıllar. Anlam yükleriz her yeni yıla. Yılın sonu gelir, geçen yıla bir bakalım, muhasebesini yapalım isteriz, hemen ardından, yeni gelen yıla dair hedefler koymaya başlarız. Üstelik bu muhasebeleştirme, hedefleme işlemleri sadece bireysel boyutta da kalmaz. Şirketler de dev insanlar oldukları için, geçmiş yılı değerlendirip, gelecek yılın hedeflerini tasarlama çalışmalarına başlarlar. Bu çalışmalar hem şirket bütünü için yürütülür, hem de çalışanlarla.

 

Nedendir bilinmez, değerlendirmeler yapılır, hedefler yazılır, ama bir bakılır ki, hedefler pek de bir ilerleme kaydettirmeyecek gibi dururlar durdukları yerde. Hedef bulun dene çalışanlardan sesler yükselmeye başlar, ben sürekli aynı işi yapıyorum zaten, ne hedefi bulayım her sene, her sene. Onları yönetenlerin işi daha da zor, kendi hedefleri için uğraşırken, bir de ekibe hedef koymaları beklenir durur.

Aman akıllı hedefler koyalım denir, tam ifade edelim, ulaşılabilir, ölçülebilir ve gerçekçi olsunlar. Ne zamana kadar tamamlayacaksak, onu da mutlaka yazalım içine. Ara ara da gözden geçirelim ki, gözümüzden kaçmasınlar. Yani sözün özü, çalışanlar, yöneticiler hedefler için uğraşır dururlar.  Bu kadar uğraşa değer mi peki?

Bazen hiç değmez. O uzun uzun üzerinde çalışılan hedeflere ya ulaşamaz çalışanlar, yöneticiler, şirketler, ya da ulaştıkları hedefler yerinde sayan durumların karşılığı olarak kaydedilir değerlendirme hanelerine. Oldu mu şimdi, hedef dediğimiz şey “aynı” olur mu hiç? Esnetmeden, ilerletmeden, yerinde saydıran şeye hedef demek doğru mu sizce?

Biliyor musunuz, bazen de gerçekten o kadar uğraşa değer. Neden mi, çünkü bazıları hedefleri sadece hedef olarak bırakmazlar da ondan. Onlar için hedefler, şirketi, ekibi, bireyi gideceği yere doğru ilerleten birer adım taşıdır da ondan. O hedeflerin bir adım, bir kaç adım ötesi vardır hepsinin bildiği. O hedeflerin ötesinde bir yerlerde, bir hayali vardır şirketin, ekibin, bireyin. İnandıkları hedefler de, onları yolun ilerisindeki o hayale taşımak üzere yazılmışlardır. Üstelik herkes, hedefin gerçekleşmesinin, hayalin içinde neye yardım edeceğinin farkındadır ve yazılan hedeflerin hayali nasıl da renklendireceğini tereddütsüz çok iyi bilir. Yani hedefler öyle boşlukta tek başına salınan, mevcudu koruyan, yazalım diye yazılan cümleler değildir. Her bir hedef, teker teker ve görünmez bir iple, bir gelecek hayaline bağlıdır. Her bir hedef, “Bu hedefi yerine getirerek, şu hayale ulaşmayı planlıyoruz.” cümlesini tamamlar. Ve her bir hedef, esneten, yenileyen, geliştiren parçalarla yazılmıştır.

Tam da yeni yıl için hedef koyarken, aklımdakileri hızlıca paylaşmak istedim.

Sevgili hedef koyucular, yani siz, ben, yönetici, lider, şirket sahibi, çalışan, her kim olursanız olun. Sadece hedef koymayın, hedefin bir adım ötesinin de olduğunu hatırlayarak, hayali de çiziktiriverin önce zihinlerinize, sonra kağıtlarınıza. Hemen arkasından da o hayale giden yolun taşlarının her birini hedeflerle döşeyin üşenmeden.

Mutlu yıllar…

Bir “Günaydın” Hikayesi – Birimiz Binimiz İçin

İyi hissetmenin ve iyi hissettirmenin en kolay yollarından bazıları neler diye sorsalar, hiç tereddüt etmeden şunları söylerim: bazen bir günaydın, bazen kısacık ve içten bir kaç sözcük, bazen de minicik bir gülümseme…

Bir zamandır bir kuruma eğitim veriyorum. Kocaman bir sınıf dolusu yetişkin öğrencilerden oluşan bir grup katılıyor eğitimlerime. İlginç geliyor, çünkü bir kaç şeyi birleştiriyor benim için bu program. Önce beni alıp en genç hallerimde ODTÜ’de araştırma görevlisiyken bizim küçük amfilerimizde verdiğim derslere götürüyor, sonra da uzun zamandır vermekte olduğum yetişkin eğitimleri ile buluşturuyor. Yani hem duygusal, hem heyecanlı, hem de oldukça keyifli zamanlar geçiriyorum. 

Detaylı bir girişten sonra, iyi hissetme ve iyi hissettirme konusuna geri dönebilirim: 

Yukarıda sözünü ettiğim eğitim programının, “İş Yaşamında Mutluluk” başlıklı eğitimini vermek üzere sabah oldukça erken bir saatte eğitim merkezine doğru yola çıktım. Her eğitim günüm, ilk defa eğitim verecekmişim hissi yarattığından dolayı olsa gerek, heyecanım ve merakım da içimde olarak yolculuğumu tamamladım. Daha önce de karşılaştığım bir çalışan bana nereye park etmemin iyi olacağı konusunda yön gösterdikten sonra, arabamı binanın önüne park ettim. Arabadan indim, bana yardımcı olan kişi “Günaydın Nazlı Hocam” diye seslendi. Şaşırarak döndüm ve “Günaydın, adımı hatırladığınız için teşekkür ederim” dedim. O da bana, “Annemin ve kızımın adı, nasıl unuturum” demez mi. Yüzüme ve yüreğime kocaman bir gülümseme doldu. İçimdeki merak ve heyecanın yanına o sıcacık gülümsemeyi de ekleyerek girdim amfiye ve başladım dersime. 

Dersten sonra ofisime dönerken de düşünmeye devam ettim. O kişi bana sadece günaydın diyebilirdi, hiç bir şey demeden sigarasını içmeye devam edebilirdi, ama ismimle hitap ederek “günaydın” demeyi seçti. Onun bu seçimi, benim günümün daha bir keyifle başlamasına yardım etti. Benim içimdeki keyif, benden çıkıp eğitim salonuna yansıdı, belki de oradan da katılımcılara ve onların günlerinin devamında karşılaşacakları kişilerin yüreklerine doğru çıktığı yola devam etti.

Uzun zamandır mutluluk çalışan biri olarak elbette konuyu oraya bağlamadan edemeyeceğim. Bir gülümseme, bir günaydın, bir merhaba ve peşine eklenmiş ufak tefek karşıdaki kişiye özel, yürekten ve samimiyetle söylenmiş bir kaç kelimenin mutlu hissettirme üzerindeki başarısını inkar etmek mümkün mü?

Hadi hazır yeni yıl da gelirken, şu sabahları güne başlarken önce kendimize, sonra etrafımızdakilere, hatta tanıdığımız tanımadığımız herkese günaydın, merhaba, nasılsın deme meselesini tekrar bir gündeme alalım. Zaten yapıyorsak, çoğaltalım, unuttuysak, hatırlayalım, hatta unutanlara örnek olup hatırlatalım.

Unutmayın, 1 kişinin 3. Seviye etki alanında 1000 kişi olduğunu söylüyorlar. Yani birimiz binimiz için bir şeyler yapabiliriz. 

Mutlu hafta sonları olsun…