Perdeleri açtı. Koltuğunu cama doğru çevirdi. Usulca oturdu. Derin bir nefes aldı. Karşısında yükselmekte olan güneşe, ağaçlardaki bahar dallarına baktı. Hemen ardından da yanındaki sehpaya uzanıp az önce özenle pişirdiği sabah kahvesini eline aldı. Güneşe, gökyüzüne, bulutlara ve bahar dallarına bakarak kahvenin en sevdiği yeri olan köpüğünden keyifli bir yudum aldı.
Nasıl oldu o da anlamadı ama bir anda aklına “zaman” kelimesi düşüverdi. Ne çok işgal ediyor kafamızı şu zaman diye düşündü. Hep söyleyecek bir sözümüz var zamana dair; Zaman su gibi akıp geçiyor. Ne çabuk geçmiş zaman. Zamanım yok. Zamana ihtiyacım var. Zamanı yönetmek gerek. Zamana bırakalım. Zamansızlıktan yoruldum. Zamanı gelince düşünürüz.
Derken zaman, zamansızlık, zamanın akışı, geçişi, gidişi ve zamanla kurulan ilişkilere dair sorular ve cümleler belirmeye başladı zihninde birer birer.
“Zamanı tasvir etmek istesem nasıl ederim? Zamanın bir rengi olsa ne renk olurdu? Bir kokusu olsa neye benzerdi? Bir şekli olsa acaba nasıl görünürdü? Görsem, dokunsam, kokusunu fark etsem nasıl bir ilişkim olurdu acaba zamanla? Madem bize görünmüyor, gerçekten var mı ki zaman diye bir şey? Farz edelim zaman diye tanımlı bir şey hiç olmasaydı acaba nasıl olurdu hayat? Kimdi ki zamanı yaratan, ben miyim yoksa bir başkası mı? Ne zormuş yahu zamansızlığı da zamanın nasıl var olduğunu da hayal etmek. Onlar duradursun, bir bulayım başka ne sorular gelmiş zihnime? Hah buldum işte; zaman hızla akıp gittiğine ve geri gelmediğine göre acaba vefasız mı kendileri? Yoksa birçok şeyi zamana bırakıp durduğumuza göre çok mu yardımsever? Değilse, durmadan bir şeyleri bana bırakıyor bu insanlar diyerek beziyor mu bizlerden?”
Bunları düşünürken sanki bir insan gibi canlandı karşısında zaman. Hatta iki insan gibi canlandı. Biri zamansız zamanın temsili olan insan; siyah beyaz, ruhsuz, ifadesiz ve sabırsız, çok mesafeli, sanki elini uzatsa daha da uzaklaşacak gibi. Diğeri ise tam da içinde durduğu zamanın temsili olan insan; rengarenk ve capcanlı ve duygu dolu ve sakin ve hatta bahar sabahları dışarı ilk çıktığında duyduğu o güzel, ferah ve karmaşık kokuya sahip, sanki elini uzatsa dokunacakmış kadar yakın.
Zamansız zaman da ne demek diye düşündü ardından. Bir sırası olmayan, işgalci, zorba, yerini bilmeyen ve saçma gibi kelimeler döküldü aklının içine. Sonra o bahar sabahı kokusu geldi burnuna tekrar, sanki az önce aklının içine dökülen anlam veremediği ve sırasız kelimelerin arasına süzüldü izinsizce.
Bahar sabahının kokuları zamansız zamanın içinde gezinirken o zamansız zamanların aslında burada ve yanında olmadıklarını fark etti. Bir kısmı kendi bahar kokan anlarında yaşanmış bitmiş, bir kısmı da kendi bahar kokan anları gelinceye kadar yaşanamayacaklardı. Yoksa şimdi fark ettiği o bahar sabahı kokusu şu anda oturduğu koltuğa, dışarıdaki güneşe ve bulutlara, elindeki kahve fincanına, dilindeki kahve tadına mı aitti ne? Zorlasa bu güzel koku bulaşabilir miydi acaba siyah beyaz ve renksiz, ifadesiz ve ruhsuz görünen zaman temsiline, dönüştürebilir miydi onu da acaba kendi güzelliğine?
Şu anda burnuma gelen bu güzel bahar kokusunu her fırsatta yakalasam, varlığını hatırlasam, unutmasam, oldu ki unutsam bile yeniden hatırlamayı hatırlasam yeter mi acaba renksiz ve zamansız zamanın işgalini yok etmeye diye düşündü kendi kendine. Kim bilir, yeter belki de diye cevapladı kendi sorduğu sorusunu sessizce.
Birden o güzel koku geldi burnuna yeniden, sanki sardı bütün bedenini hiç ona sormadan. O güzel koku eşliğinde bir yudum daha aldı kahvesinden, daha mı güzeldi bu yudumun ağzında bıraktığı tat ne? Gülümsedi ve yüzüne konan tatlı tebessüm eşliğinde tekrar çevirdi bakışlarını camdan dışarıya, artık ta içinde hissettiği o güzel bahar sabahı kokusuyla beraber …