Archive | Eylül 2016

Lider olunur mu, yoksa doğulur mu?

liderolunurmuYüzyılın sorusu değil mi? Bir grup insan lider özelliklerinin doğuştan ve genlerle gelen özellikler olduğuna inanıyor, başka bir grup insan eğitimle, sunulan olanaklarla liderliğin geliştirilebileceğine inanıyor, hatta bunu istatistiksel verilerle de destekliyor (İllinois Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmaya göre lider özellikleri konusunda genetic % 30 etkiye sahipken, öğrenilen davranışların etkisi % 70), farklı bir grup insan da konuyla uzaktan yakından ilgili değil, önemli olan hayatın devam etmesi diye düşünüyor.

Bundan 5-6 yıl önce soracak olsanız, benim cevabım lider olunmaz, doğulur olurdu, çünkü liderlik özelliklerinin insanın içinden geldiğine ve hiç bir şart ve koşulda geliştirilemeyeceğine inanırdım. Son dönemde yaptığım çalışmalar, okuduklarım ve kendi yarattığım sentezlerin ardından, bu fikrimin tam zıt yönde değiştiğini söyleyebilirim.

Yeni fikrim tam da şöyle bir cümlede vücut bulur hale geldi: Herkes lider doğar, kimi lider özelliklerini kullanarak bunu yaşama yansıtır, kimi bu özellikleri hiç kullanmadan körelmelerine izin verir. Ne zaman ki bu özellikleri geliştirmek üzere bir farkındalık yakalanır ve üzerinde çalışmaya başlanır, işte o zaman lider olunur.

Yaşamda davranışlarımızı şekillendiren üç tane ana alan var. Bunların ilki doğuştan getirdiklerimiz – yani biraz genetik, ikincisi yaşam koşullarımız – yani yaşamda karşımıza çıkan ortam, koşullar, insanlar davranışlar, sonuncusu da yaşam ve çevre koşullarına, yani karşımıza çıkan durumlara verdiğimiz bireysel tepkilerimiz.

Başlangıçta dedim ya herkes lider doğar, kimi olur kimi olmaz diye, işte doğarken cebimizde olan liderlik özellikleri yaşam koşulları ve bizim onlara verdiğimiz tepkilerle ya köreliyor ya da gelişiyor. İyi haber, körelse bile, özde olduğu için tekrar öğrenilebiliyor ve öğrenildiğinde de yeniden kullanıma geçiveriyor.

Liderlik ilk anda biraz daha iş yaşamı ya da topluluk yönetimi ile eşleşiyor olsa da, aslında en özünde bakmamız gereken konu bireysel liderlik, yani kendi yaşamlarımızın lideri olmak konusu. Çünkü kendi yaşamımızın ve kendi bedenimizin içinde lider olduğumuzda, aile içinde, arkadaş topluluğunda, çalıştığımız kurumlarda lider olmak ve tam da olması gerektiği ve istediğimiz gibi kendimizle ve çevremizdekilerle uyumlu ve geliştirici bir yaşam sürmek çok kolaylaşıyor.

Aslında üzerinde durulması gereken konu en öncelikle kendimize doğru atacağımız güçlü bir bakışta gizli. Acaba bireysel liderlik konusunda nasıl görünüyorum sorusunun cevabını buldurtacak bir bakış. Sonrasında da zihnimizin içinde bir gezinti, acaba liderlik özelliklerinin gelişimi konusunda inancım ne? İstersem yaparım yönünde mi, yoksa ya doğuştan varlardır, ya da yoklardır yönünde mi? İşte bu sorunun cevabı çok kritik, çünkü inançlarımız değişim yolumuzun önündeki kapılar. Ya kendiliğinden açılırlar, ya da sonsuza dek kapalı kalırlar. Bütün bunları fark ettikten sonra da, hangi özellikleri  geliştirmek, neleri dönüştürüp değiştirmek beni ve yaşadığım hayatı ve içinde bulunduğum çevremi olumlu etkiler sorusunun cevaplarını vererek, bireysel liderlik yolcuğumuzda yol almak lazım.

Bana göre tamamı farkındalıkla ve davranıştaki değişimi yakalamakla güçlenecek ve zaten her birimizin içinde var olan liderlik özelliklerinin bir kaç tanesini hatırlayarak bitirmek isterim bugünkü yazımı:

  • Güvenilir olmak
  • Güçlü iletişim becerilerine sahip olmak
  • Kendine güvenmek
  • Verdiği sözlerin arkasında durmak
  • Olumlu davranış biçimi sergilemek
  • Yaratıcı fikir ve çözümler geliştirmek
  • Sezgilere güvenmek
  • Başkalarına ilham vermek
  • Gelecek odaklı ve sonuç odaklı düşünebilmek
  • Duyguları yönetebilmek
  • Karşıdakileri anlayabilmek
  • Kendini iyi tanıyan bir birey olabilmek

Mutlu haftalar dilemeden önce, sizlere sorsam; yukarıdaki özellikleri de göz önünde bulundurarak düşünecek olsanız, sizler bu konuda neler söylersiniz, lider olunur mu, yoksa doğulur mu? Cevaplarınız benim için değerli.

Mutlu haftalar…

Kurumsal Hoşgeldiniz Programları

onboardingYeni bir iş yeri, ilk iş günü, yeni bir başlangıç. Çalışma yaşamında olan herkesin bir ilk iş günü olmuştur elbette ve herkes o ilk günün sabahı içindeki telaşı hatırlar diye düşünüyorum. Belki uzun zamandır aradığınız bir iş, belki çok darda kaldığınızda karşınıza çıkan bir iş, belki tam da istediğiniz unvanla istediğiniz yerde bir iş, hiç fark etmez, hepsinin de ortak paydası, yeni bir iş heyecanı. Sonra o heyecanla ilk sabah varıyorsunuz iş yerine. Kapıdan içeri giriyorsunuz, kimse size tanımıyor tabii, siz de kimseyi tanımıyorsunuz, o da doğal, ama kimseler de sizi karşılayıp hoşgeldiniz filan da demiyor. Resepsiyondaki görevliye yeni başladığınızı söylüyorsunuz, o da size masanızın yerini tarif ediyor, gidip bulup oturuyorsunuz. İnsanlar birbirlerini tanıyor ya, bir sohbet ortamı da yürürlükte, ama size basitçe günaydın diyen birileri dışında başka bir şey yok. Az sonra sizinle mülakat yapan bölüm sorumlusu geliyor, elinizi sıkıp hoşgeldiniz diyor, çok kısa bir bilgi veriyor ve masanıza bir sürü dosya bırakıp, siz biraz yaptıklarımızı anlamaya çalışın, yarın bir bölüm toplantısı var, orada daha fazla bilgi sahibi olursunuz ve arkadaşlarla da tanışma fırsatınız olur diyor ve o da gidiyor. Dün gece nasıl hissediyordunuz, bu sabah işe gelmek üzere uyandığınızda neler vardı aklınızda, şimdi ne hissediyorsunuz?

Belki biraz abartılı bir senaryo ama gerçek kısımları da var içinde. Okurken kafasını sallayanlar olacağını tahmin ettiğim kadar gerçek kısımları var hatta.

İlk gün başlangıcı, izleyen ilk hafta, hatta onu da izleyen ilk ay, yeni işe başlayanlar için o kadar değerli ve önemlidir ki, işte tam da bu nedenle “İşe Hoşgeldiniz Programları” ya da, en çok kullanıldığı şekliyle “Oryantasyon Programları”nın önemine tüm kalbimle inanırım. Son dönemde İngilizce “on boarding” de denilmeye başlanan bu programların, bizim gemiye hoş geldiniz demeyi çok güzel hale getiren programlar olduğunu düşünürüm.

Yepyeni bir ortama giren insanlara o ortamı tanıtmak, ne nerede, kim kimdir göstermek, ne yenir ne içilir anlatmak, dikkat edilmesi gerekenleri özetlemek, kurallardan ve kuralsızlıklardan bahsetmek, küçük bir tanışma organize etmek, masasının, kullanacağı malzemelerin hazır olduğundan emin olmak, ilk öğlen yemeği için ufak bir planlama yapmak, bir an evvel şirketin değerlerinden, ortak kültürden söz etmek kim bilir ne kadar rahatlatıcı olur yeni gelen insan için.

İnsan, doğası gereği, yenilikler olduğunda kendini rahat ve konforlu hissetmek ister, en basit haliyle, kendisi ile eşleştireceği benzerlikleri yakalamak, ortamı anlamak ve bir şeyler yaparken bilerek yapmak ister.

Hoşgeldiniz programlarının en büyük amacı gerçekten de yeni gelenleri iş yerine “hoş getirmek” olmalıdır. Sıcak bir karşılama, kapıda yerinizi bulun diyen birisi yerine, onu bekleyen bir kişinin adının verilmesi, o kişinin yeni gelen çalışanı karşılaması ve masasını göstermesi, sonrasında o günü birlikte geçirmeleri kadar rahatlatıcı bir şey olabilir mi?

Bunca işin arasında kim uğraşsın diyenleri de duyar gibi oluyorum, ama hepimiz bir kar zarar analizi kavramından haberdarız diye düşünüyorum. Hoşgeldiniz programları ile ilgili kar zarar analizi yapmak da çok önemli, bu programlar ne kazandırır, ne kaybettirir, hangisi hangisinden büyüktür sorusunu cevaplamak lazım.

Hoşgeldiniz programları kurumsal yaşamın içine giren “insan” yaklaşımının en güçlü temsilcilerinden bir tanesidir, çünkü gerçek bir hoşgeldiniz programı, yeni gelen insana, sen ailemize katılıyorsun, bizim için önemlisin, ama sana ailemizi anlatmak, değerlerimizden ve ortak davranışlarımızdan söz etmek de bizim için bir o kadar önemli, karşılıklı uyumun en temel yolu buradan geçer demeyi amaçlar. Hoşgeldiniz programlarının içinde hem kuruma ve yapılacak işe dair somut bilgiler, hem kurum içi organizasyon yapısı ve ilişkiler, hem kurumun ve bu kişinin çalışma amacı ile ilgili detaylar, hem de bu kişinin kurum içinde kendini nasıl geliştireceğine dair bilgiler yer alır, ya da almalıdır.

Hoşgeldiniz programları insan yönetimi bölümlerinin takibinde olması gereken programlardır, ancak uygulayıcısı sadece insan yönetimi bölümleri olmamalıdır. Uygulayıcıları şirketin en tepe yöneticisi ile başlayan ve çalışacağı bölümdeki mesai arkadaşları ile son bulan geniş bir yelpazede yer almalıdır. Hatta belirlenmiş bir süre boyunca bir en yakın arkadaş atanması bile söz konusu edilebilmelidir.

Referans noktalarımız her zaman önemlidir, ilk izlenim her zaman geleceğe dönük bir yargı uyandırır. Bizler kurumlarımıza gelen kişilere ilk izlenimi ne kadar doğru, üzerinde düşünülüp hazırlanmış ve planlanmış ve bizim kendi kurumumuza özgü ve kurum havası ile uyumlu şekilde sunabilirsek, yeni gelenler de kendilerini o kadar değerli ve kuruma ait hissetmeye ilk gün itibarıyla başlamış olurlar.

Neredeyse kurumun karlılığı ve başarısı kadar önemli olduğuna inandığım Hoşgeldiniz Programları sizin kurumlarınızda nasıl çalışıyor, sizlerin bu konuda fikirleri neler, biraz üzerinde düşündürmek isterim.

 

Hayal, Hedef, Çaba, Sonuç

img_4219-1

Fotoğrafla yazının alakası ne diye merak edenlere, bana bu yazıyı çağrıştıran güzel denizi atlamak istemedim demek isterim 🙂

Hayalsiz hedef, hedefsiz çaba ve sonuç olursa ne olur? İlk aklıma gelenleri aşağıda sıralamaya çalıştım:

  • Sürekli bir koşturmaca,
  • Tatminsizlik,
  • Bir şey tamamlandığında onun farkında bile olamadan yenisini tamamlamaya doğru koşma isteği,
  • Şimdi, şu anda ne oluyor sorusunun cevabının farkında olmaya, hatta belki bu soruyu sormaya bile fırsat bulamama,
  • Bütün bunlar olup biterken sürekli bir şeylerden kaçınma çabası, negatifleri, aksi gidenleri yakalama ve onlardan kurtulmayı amaçmış gibi görme hali, böyle olduğunda da fırsatları görememe durumu,
  • Zaten bütün bu negatifler sadece beni bulur düşünceleri, kurban benim duygusu,
  • Her akşam yatınca bir yorgunluk ve gerginlik, omuzlar sert, sırt ağrılı, midede bir miktar yanma,
  • Her sabah uyanınca, sanki bütün gece uyuyan ben değilmişim kadar yorgunum cümleleri,
  • Kolayca sinirlenme, kızma, söylenme ve hatta vaz geçme durumları ve daha niceleri…

Oldukça uzun bir giriş oldu, ama bu durum o kadar fazla dikkatimi çekmeye başladı ki son zamanlarda, yazmak ve üzerinde kendim de bir kez daha düşünmek istedim. Dikkatimi çeken durum sadece karmaşa kısmı olmadı, aksine yaşama bir anlam yükleyen, bir hayali gözlerinin önünden ayırmadan yaşamı sürdüren insanlar kısmı daha ağırlıklı oldu. Karmaşada yaşamak yerine, anlamı fark edip, hayalle eşleştirip daha sakin ve amaca uygun bir koşturmaca ile yaşamak ne güzel olur öyle değil mi?

Bayramda kısa bir tatil yapma fırsatımız oldu ailece. Kaldığımız yerin sahibi ile konuşurken, bundan yıllar önce tesisi kurarken kuracağı tesisin bir ilk olması ve örnek oluşturması yönünde bir karar aldığını söyledi. Yıllardır da bu kararı onu yolda tutmuş tesisinin varlığını sürdürmekte. Attığı adımları hep bu örnek olma amacı ile örtüşecek şekilde planlamış, öyle söyledi.

Danışmanlık yaparken de benzer şeyler dikkatimi çekiyor, her yerde çok yoğun bir çaba var, her yerde elde edilen sonuçlar var, çaba eğer bir anlamla, bir hayalle ilişkilendirmemişse, bir gerginlik, koşturmaca ve yorgunluk döngüsünde tutuyor insanı. Ne zaman ki bir hayalle eşleşiyor, işte tam o sırada yol haritası ve o harita ile uyumlu yapılacaklar listesi netleşiyor. Sonuçlar gelmeye başladıkça ortaya konulan hayalle eşleşmeye başlıyor ve o gerginlik, yorgunluk, tükenmişlik halleri yerlerini rahatlık, tatlı bir yorgunluk, şimdi ne yapabilirim ve ne yaparsam benim hayalimle uyumlu olur sorularına bırakıyor.

Bu hafta için bir önerim olacak: Dilerseniz, kendinize üzerinde yoğunlaştığınız bir konu seçin, sonra aşağıdaki sorularla biraz çalışın, bakalım ne fark edeceksiniz?

  • Benim hayatım dediğim şey bir tablo olsa, nasıl görünsün istediğim bir tablo olurdu?
  • Şu anda üzerinde düşünmem gereken konunun benim hayatımdaki anlamı ne? Tablonun neresinde yer buluyor kendisine?
  • Bu konu benim için neden önemli?
  • Bu konuyla ilgili bendeki bilgi, deneyim, beceriler neler?
  • Neler yaparsam hayatımın tablosunu bozmayacak ve hatta daha da güzelleştirecek şekilde bu konuyu hallederim?
  • Tam da bu konuyla ilgili düşünerek, acaba çaba göstermek benim için ne demek?
  • Çaba göstererek almak istediğim sonuçlar neler?
  • Ulaştığım sonuçların almak istediğim sonuçlar olduğunu anlamamı neler sağlayacak?
  • Almak istediğim sonuçlar gerçekleştiğinde yeni hayat tablom nasıl görünecek?

Mutlu haftalar…

 

Bardağın ne kadarı dolu?

Glass-half-full-half-emptyZavallı bardakçık hiç aklına gelir miydi bunca konuşmaya konu olacağın, iyimserlik, kötümserlik gibi bakış açılarını açıklamakta tüm dünyaya yardımcı olacağın?

Nedense kendimizi dar alanlara sıkıştırmayı severiz. Yarım bardak su görünce söylenen yarısı dolu, yarısı boş yorumlarına bakarak tanımlar yapmaya çalışırız. Bu sıkıştırmaların gün gelip yaşam alışkanlığımız haline geldiğini, kendimizi gün geçtikçe zora soktuğumuzu fark etmeyiz.

Adı üzerinde alışkanlık, yani fark edip düşünmeden otomatik sistemden çıkan, yani nefes almak kadar kendiliğinden olup biten şeyler söylediklerim.

Alışkanlıklarımız bazen yaptıklarımız, bazen düşünce biçimimizle gösterir kendini. Her akşam diş fırçalamak, her sabah aynı yoldan işe gitmek, her gün düzenli spor yapmak, ayakkabının önce sağ tekini giymek, her akşam yatınca günü gözden geçirmek, zihnimizin içinde negatif düşüncelerin daha fazla dolaşması ve daha niceleri hepsi de yaşam boyu geliştirdiğimiz, tekrarlarla öğrendiğimiz alışkanlıklarımız.

Bütün bunlarla zavallı bardakların ne alakası var diyeceksiniz, işte söylüyorum: Eğer geliştirdiğimiz düşünce alışkanlıklarımızdan bir tanesi bardaktaki suyu gördüğümüzde, yarısı boş demeyi aklımıza getiriyorsa, önce eksikleri fark etmek yönünde bir alışkanlık sahibi olma ihtimalimiz yüksek. Bardağın yarısının su ile dolu olduğu ise ilk gözümüze çarpan ve fark ettiğimiz, o zaman iyi ve yolunda gidenler daha odakta demek olabilir. Net bir şekilde söylemeliyim ki, sürekli ilk düşünce biçimini seçenler için hayat biraz zor olabiliyor. Odakta hep eksikler ve eksik gidenler olduğunda, iyi ve yolunda gidenlerin dikkat çekmesi ve fark edilmesi zorlaşıyor. Diğer yandan, sürekli doluları görmek de çok gerçekçi gelmiyor kulağa. Hele ki insan sistemi öncelikle negatifleri fark etmeye göre programlanmışken.

Düşünce biçimlerinden bir tanesi çok zorlayıcı, diğeri de çok kolay değil, peki şimdi ne yapmalı? Bardağın dolu veya boşluğuna takılmadan ortada ne varsa, artısıyla, eksisiyle onu görmeye çalışarak başlamak lazım diye düşünüyorum. Mesela, bizim örnekte bir bardak var, içinde de bir miktar su. Ne kadar suya ihtiyacımız olduğunu fark etmeye yetecek kadar bilgi tam da orada duruyor.

Mevcut durumda olup bitenle yola çıktığımız zaman, tam olarak neye ihtiyacımız olduğunun tespiti de kolaylaşıyor. Bu tespitin hemen ardından o ihtiyacı gidermek için olasılıkları araştırmak daha da çabuk oluyor. Üstelik, sadece mevcut durumu irdelediğimizde, belki de hemen bardağın yanında duran bir sürahi dolusu suyu görmek ve ihtiyaca göre doldurabilmek mümkün hale gelebiliyor.

Bu ve benzeri bakış açıları yaşam boyu öğrenip geliştirdiğimiz birer düşünce biçimi alışkanlığı olduğuna göre ve ister davranış alışkanlığı olsun, ister düşünce biçimi alışkanlığı, bütün alışkanlıklar biz istersek değişebileceğine göre, siz hangi alışkanlık tarafında olmak ve orada kalmak istersiniz?

Bu hafta biraz düşünce biçimi alışkanlıklarınızı keşfetmeye ve sürekli alıştığınız şekilde düşünüyor olmanın yaşamınızı nasıl etkilediğini fark etmeye ne dersiniz?