Archive | Ekim 2016

Düşünen İnsan

dusunBen çok küçükken babam masamın üzerine koymam için şeffaf bir oyuncak vermişti bana, üzerinde DÜŞÜN yazan şeffaf bir oyuncak. Oyuncak diyorum, çünkü küçüktüm ve ben onu oyuncak olarak yaşamıma dahil etmiştim, çünkü o zamanlar ne kadar anlamlı bir oyuncak olduğunun farkında değildim, sadece bir oyuncaktı benim için. Büyüdükçe anlamını keşfettiğim bir oyuncağa dönüştü. Şimdi hala çalışma masamın üzerinde duran bu oyuncak bana yaşamdaki en önemli aktivitenin düşünmek olduğunu hatırlatan en önemli hatırlatıcımdır.

Şimdi bu da nereden çıktı diyenleriniz olabilir. Hemen anlatayım, nerden çıktığını. İnsan potansiyeli ile ilgili çalışırken, insan potansiyeli denilen şeyin aslında insanın “etkin” düşünme gücünün ta kendisi olduğunu fark ettiğimde çıktı bu hikayem ortaya. Etkin olmayan düşünme gücü olur mu diye sorarsanız, takılıp kaldığımız şeylere odaklanıp, gergin ve verimsiz düşünme biçiminin bütün zihnimizi kaplayıp sardığı, kendimizi düşünceler içinde boğulmuş ve son derece verimsiz hissettiğimiz zamanları bir düşünmenizi öneririm.

İnsan potansiyeli sözünü son yıllarda sıklıkla duyuyoruz. Zaman zaman kimilerimizin kulaklarına çok fazla teknik, çok fazla süslü, ya da çok fazla havalı gelse de, “insan potansiyeli”nden söz edenler, bilerek ya da bilmeyerek, yadsınamayacak bir gerçeğin kelimelere dönüşmüş halinden söz ediyorlar.

Potansiyel sözlükçede ne demek acaba? TDK tanımı ile bakınca bakın neymiş: gizli kalmış, henüz varlığı ortaya çıkmamış olan, gelecekte oluşması ve gelişmesi mümkün olan, kullanılmaya hazır yetenek. İnsan potansiyeli de insanda gizli ve ortaya çıkması mümkün olan her şey demek. İnsan potansiyeli öyle güçlü bir şey ki, Guiness rekorları sürekli yenileniyor, bir sonraki yıl nelerin rekoru kırılacak, kim kaç metreyi kaç saniyede koşacak, kim nerelere tırmanacak bilen yok, çünkü ne kadar potansiyel açığa çıkar, kestirebilen yok. Dünya bir kaç zaman sonra nelerin keşfedilip yaşama geçirildiği bir yer olacak onu zaten bilen hiç yok.

Madem bu kadar güçlü bir şeylerden söz ediyoruz, neden ortaya çıkması her zaman mümkün olmuyor sizce bu potansiyelin? Bence yaşama sıradanlaşmış alışkanlıklar ve tabiri caizse, günlük telaş pencerelerinden baktığımız için böyle bir potansiyelin varlığını bile unutuyoruz da ondan. Potansiyeli ortaya çıkaracak en önemli faaliyet olan “düşünmeye” fırsatımız bile olmadığına inanıyoruz da ondan. Önümüze gelen her şeyi, otomatik sistemlerden halletmeye çalışıyoruz da ondan. Düşünebilme zamanlarını etkin olmayan, bizi bir sarmalda tutan düşüncelere, kızgınlıklara, gerginliklere, takılıp kaldığımız noktalarda daha fazla takılıp kalmaya yönelik düşünmeye ayırıyoruz da ondan.

Mezunu olduğum Erickson Koçluk Okulu Türkiye temsilcisi sevgili Denge Merkezi tarafından geçen yıl İstanbul’da düzenlenen World Game toplantısında konuşmacılardan biri, düşünmek çok önemli bir faaliyettir demişti. Gerçekten de öyle, potansiyeli açığa çıkarma çabası ile insana kalori harcatan, zorlayan ve geliştiren çok önemli bir faaliyet.

Gelin iş ve özel yaşamlarımıza şöyle bir bakalım; Zamanımızın ne kadarını sadece düşünmeye ayırıyoruz? Acaba ne kadar süreyle otomatikleşen yaşamdan uzaklaşıp, gerçek farkındalıkla düşünme aktivitesi yapıyoruz? Düşüncelerimizin ne kadarı şimdi ve gelecekte yapabileceklerimiz ve yapmak istediklerimize odaklı, ne kadarı sadece sorun ve sıkıntılara, geçmişte başımıza gelen aksiliklere takılıp kalıyor? Cevaplar her ne olursa olsun, kalori harcatıp geliştiren, gerçek potansiyeli ortaya çıkaran düşünmeye kısacık bir zaman daha ayıracak olsak bize ne sağlar?

Bu haftanın konusu bu soruların cevapları üzerine düşünmek olsun mu, ne dersiniz?

Mutlu haftalar…

İlk Sorunuz Ne? Nasıl mı, Neden mi?

nedenonemliGünlük yaşantılarımız sürekli bir telaş ve gerginlik içeriyor desem ne dersiniz? Sorarken cevabı da kestirebiliyorum, hatta okuyanların büyük kısmının hafiften de olsa başlarını aşağı yukarı salladıklarını görür gibi oluyorum.

Bu telaş, gerginlik ve koşturmaca var olduğunda, kabul gördüğünde ve yaşamın ayrılmaz parçası haline geldiğinde, atılacak adımlar, yapılacak işler, verilecek kararlar çoğunlukla “ne yapılacak ve nasıl yaparız” sorularının cevabı sonrası hayata geçiriliyor. Bir hadi hadi ve hemen duygusuyla hareket etme zorunluluğu hissediliyor. Böyle bir yaklaşım olduğunda da sadece o anı kurtarmaya yönelik ve o an için işlerin akmasını sağlayacak ve hatta geçici olabilecek çözümler çıkıyor ortaya. Bu çözümlerin ortaya konması elbette önemli ve gerekli, ama bazen de biraz daha farklı, biraz daha zengin, biraz daha yaratıcı yollardan, daha uzun vadeli çözümler üretmek de olsa iyi olmaz mı?

Ne yapılacağı ortaya çıktığında, uzun vadeli çözüm üretmek, yaratıcı, farklı ve katkı sağlayan sonuçlar oluşturmak için hemen başta sorulabilecek, oldukça destekleyici olan (ama ne yazık ki sıklıkla unutulan) ve ortak paydası “neden” sözcüğü olan bir iki soru daha var aslında; Bu konu benim için neden önemli, bunları yapmak bizim için neden gerekli?

Bir şeyler planlanacağı zaman, önemli bir işe başlanacağı zaman nasıl yaparızın ilk soru olmasındansa önce neden önemli ve gerekli sorularını sorarak başlamak tıpkı ünlü yazar ve iş insanı Simon Sinek’in söylediği gibi hem iç motivasyonu keşfetmeyi destekliyor, hem de işin içinde olan insanlara ilham veriyor.

Bu sorular sorulduğunda, konu her neyse onun bizde bulduğu anlam, bizdeki gerçek karşılığı ile ilgili bir takım bilgilere ulaşıyoruz. Konunun kendisinden daha büyük bir şeyler gözümüzde canlanmaya başlıyor. Bu görüntüler yapılacak şeyi, verilecek kararı, atılacak adımı daha bir görünür ve yapılabilir kılıyor, çünkü artık o şey her neyse onu yaptığımızda neleri destekleyeceğini, nasıl sonuçlar ortaya koyacağını biliyormuş gibi hissediyoruz kendimizi. Kısacası, anlamını keşfettiğimiz, veya unutup hatırladığımız her şey daha bir yapılası görünüyor, daha bir heyecan verici geliyor, daha bir yaratıcılıkla hayata aktarılıveriyor.

İşin ilginç yanı, bazen bu neden önemli sorusunun cevabını ararken, tam da o noktada yapmaya çalıştığımız şeyin hiç de anlamlı ve gerekli olmadığını keşfetmek de mümkün olabiliyor. Durum böyle olduğunuda, madem bu konu üzerinde çalışmak anlamlı değil, daha başka neler yapılabilir sorusunun karşılığını aramaya başlıyor insan ve güzel bir kazı serüveni başlıyor daha derinlere doğru.

Elbette sadece nasıl diyerek hızla çözmemiz gereken durumlar her zaman olacak yaşamda, ama gerçekten önemli olanları bu hızla ve bu telaşla çözmeye çalışmadığımızdan emin olursak, sık sık konuşulan, hatta biraz da içi boşalan yaşam anlamına biraz daha yaklaşmanın, yaptığımız şeylerin gerçek değerini ve önemini bilerek yapmanın ve sonsuz insan potansiyelimizi en iyi şekilde kullanmanın daha mümkün olacağına inanıyorum.

Sizler daha çok nasılla mı yoksa nedenle mi başlıyorsunuz yapacağınız işlere, iş yerlerinizde, ailelerinizde durum nasıl? Bu hafta biraz bu konuda kafa yormak ister misiniz?

Mutlu haftalar…

 

Kalpten İletişim Olur mu?

Hayatta başımıza gelen bir çok şeyi iletişime ve ilişki yönetimine bağlamayı seviyorum. Galiba sevmenin de ötesinde, yaşanan bir çok problemin en derininde bir iletişim sorunu yattığına inanıyorum. Sonra bir doğrulama ihtiyacı ile, en çok içinde zaman geçirdiğim yer olan kurumsal dünyayı örnek alan olarak seçiyorum, bakıyorum ve başta söylediğim cümlenin doğruluğunu gözlüyorum.

Son 20 – 25 yıldır dünya da benzer bir şeye inanıyor olmalı ki, açık iletişim, etkili iletişim, etkin dinleme, ilişki yönetimi dersleri filan tavan yapmış durumda. Konu dönüp dolaşıp iletişime ve ilişkilere gelir oldu. Toplumlar, şirketler, takımlar, aileler, herkes bir iletişimi iyileştirme çabası içindeler. Peki bu konu bu kadar konuşuluyor da, acaba bu konuşmaların neticesinde ortaya çıkan iletişim nasıl bir şey oluyor? Haydi açık konuşalım, pek de bir şey olmuyor, hala ülkeler birbirini yiyor, hala şirketlerde çalışanlar ve yöneticiler çatışıp duruyor, hala kardeşler, eşler diğerinin kendisini anlamadığına inanıyor.

Ben iletişimin işe yarayan haline açık veya etkili iletişim demek yerine, içten ve doğrudan iletişim demeyi seviyorum. Bunu söylediğimde de içinde bir ferahlık ve şeffaflık barındıran iletişim tarzı geliyor aklıma. Şöyle ki, her şey o kadar açık ve net ki, kimse acaba burada ne demek istendi, ben doğru anladım mı filan gibi konuları aklının ucuna bile getirmiyor. Konuşurken cevap vermek üzere değil, birbirini anlamak üzere konuşuyor insanlar. Anlamadıkları şeyi anlamadım demek yol açıcı olarak kabul görüyor. Anlatabildim mi diye sormak meziyet olmaktan çıkmış, günlük akışın fark edilmeden ilerleyen bir parçası haline gelmiş. İma dediğimiz kelime sözlükten silinmiş, çünkü ne olduysa olanı olduğu gibi söylemek almış yerini, yani kimse “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla”larla filan uğraşmaz olmuş. Açıklık sayesinde zihinleri işgal eden zihin okumaya çalışma (yani diğer kişinin söylemediklerini anlamaya ve hatta yorumlamaya ve mutlaka bunu demek istiyordur diye yargılamaya çalışma) faaliyetleri tamamen durmuşlar. Şüphe denen kavram da yerini yavaştan kafa rahatlığı kavramına bırakmaya başlamış, hani her şey açık ya, şüpheyle bir takım şeyleri dinlemeye, anlamaya, acaba altında nasıl bir niyet var ki diye düşünmeye falan hiç gerek kalmamış durumda.

Peki bu içten ve doğrudan iletişimin, belki de aslında kalpten kalbe olan iletişimin içinde neler var ve neler yok da bu iletişim tam kalpten kalbe, tam anlaşılır, tam olması gerektiği gibi oluyor?

Bir kere içinde sevgi var. Adam Kahane’nin kitabı Güç ve Sevgi’de çok güzel bir sevgi tanımı okumuştum. Şöyle diyordu: Sevgi egoya kendisinin dışında da bir şeyler olduğunu hatırlatan bir güçtür. Sonra da diyordu ki: sevgi başkasını kabul etme, başkasına saygı duyma, başkasına yardım etme dürtüsüdür, ki bu ayrı olanları birleştirir. Sevgi tanımına bu şekilde bakınca ve iletişimin içine bu sevgiden katınca birinci adımı atmış oluyoruz içten iletişim konusunda.

Bir iletişim söz konusuysa, aslında ortaklaşa olacak bir konu da var demektir. Bu ortaklaşa konunun varlığı aynı fikirde olunan bir konu olmasını gerektirmez, ama o konu üzerinde konuşulmasını gerektirir. Bunun olması için de içten ve doğrudan iletişimin içinde ispat ve haklı olma çabası yerine kendini doğru ifade etme ve durumu anlatma çabası olması gereklidir.

İletişim dediysek, en az iki insandan söz ediyoruz demektir. Durum böyle olduğunda, bazen ön yargılar, bazen geçmiş deneyimler, bazen o andaki duygu durumu, bazen sadece bıkkınlık kişilerde bir ön filtre koyarak, bir gözlük takarak iletişiyor olma halini yaratabilir. Bu olduğunda açık ve içten iletişim kurma ihtimali hiç yok demektir. İçten iletişim diyebilmek için yargı, ön yargı ve geçmiş deneyimlerden hareketle takılan gözlükler olmamalı gözlerde. Yalın ve konuya odaklı bakan, konuşan ve dinleyen bir ben olmalı iletişimin içinde.

İletişimde iki kişi var dedik, ama şanslıyız ki uğraşmamız gereken sadece bir kişi var aslında, o da kendimiz. İletişimin içtenliğini ve açıklığını desteklemenin tek yolu, az önce sözünü ettiğim iletişime konu olan şeyin ve kendimizin tam olarak farkında olmak ve bu farkındalığı asla kaybetmemek.

Kendimiz varız dedim ama, doğru iletişim tarafından bakınca, bu sadece “ben haklıyım ve de bunu kanıtlamalıyım” türü bir kendimiz olmak demek değil. Durumu anlamaya çalışan, her yönüyle olaya bakan, en az kendisi kadar karşıdaki kişinin de farkında olan kendimiz olma hali. “Beni anlasın kardeşim benim problemim mi?” hali değil de bir tür ben kendimi anlatayım da içim rahat olsun hali.

Bunlar olduğunda iletişim dediğimiz kavram, dünyanın sonunu getirme ihtimali olan karmaşık bir savaş olmaktan çıkıp, çözüme yönelik ve içinde sevgi barındıran bir olguya dönüşüyor.

Uzaktan bakınca bazen zor, bazen kolay, hatta bazen imkansız geliyor biliyorum, ama denedikçe, hani şu bazen iç huzuru dediğimiz, bazen mutluluk diye tarif ettiğimiz hisler yerleşiyor içimize ve insanın içindeki iyi hissetme hali çoğalmaya başlıyor. Bunun sonuçları da yaşadığımız ve yaşamak istediğimiz hayatın içine işliyor doğrudan.

Bu hafta kendi iletişim tarzınıza, bu konudaki bakış açınıza tarafsız, yalın ve gerçek bir gözle bakmaya ve yukarıda koyu renkle yazılı olanlar sizde ne durumdalar bir değerlendirmeye, ve kendinize ait içten iletişim tanımınıza farkı bir gözle bir kez daha bakmaya ne dersiniz?

Mutlu haftalar…

 

 

Kendi Zihnimizdeki Terazilerin Kalibre Olmaya İhtiyacı Var mı?

scale-and-brain-500x400Her birimiz adeta bir terazi gibiyiz. Farkında olarak ya da olmadan, bir takım ölçümler yapıyoruz, sonra da bu ölçümlere göre duygu ve düşüncelerimizi seçiyoruz, hemen ardından da bu duygu ve düşüncelere göre davranmaya başlıyoruz.

Teknik olarak bütün ölçüm cihazlarının zaman içinde doğru ölçüm yapma becerilerini kaybettiklerini biliyoruz. Bir zaman sonra sapmalar ve bozulmalar başlıyor yaptıkları ölçümlerde. Eğer bu bozulmaları fark etmezsek, terazileri kalibre ettirmezsek, gerçek durumdan uzaklaşmalar başlıyor yaşamımızda ve o gördüğümüz bozuk ölçüme göre yaşamaya başlıyoruz hayatı.

Peki bizim kendi zihnimizin içinde ölçüm yapan terazilerin doğrulukları için neler söyleriz? Acaba onlar da zamanla hassasiyetlerini kaybediyorlar mıdır? Ne kadar hata payı ile ölçüm yapmaya başlıyorlardır bu kayıplar olduğunda? Yeniden kalibre olma ihtiyacı var mıdır? Biraz düşünmek ister misiniz?

Sizler düşünürken, ben de mutluluk, neşe, heyecan gibi konulardaki iç terazi ayarlarını hatırlatarak eşlik etsem size ne dersiniz?

Hadi gelin, kısa bir yolculuk yapalım hep birlikte, en iyi hatırladığımız çocukluk günlerimize şöyle bir geri dönelim. Şu her şeyin yeni, her şeyin taze olduğu çocukluk günlerimize. Katıla katıla ağlarken, ufacık bir oyuncak görüp katıla katıla gülmeye başladığımız, yeni bir şeylere sahip olunca heyecanlandığımız, bir oyun arkadaşımız geldiğinde mutluluktan havalara uçtuğumuz, neşe içinde oynadığımız, bir lolipop ile içimizin sımsıcak olduğu günlerimize. O günleri şöyle bir hatırlayıp, oradaki mutluluğu deneyimledikten sonra da dikkatlice etrafa bakarak bugüne geri gelelim. Bugün durum nasıl? Yol boyu neler olmuş bugüne gelene kadar? Hala aynı şekilde gülüp, aynı şekilde mutlu oluyor muyuz? Neşe nerelerde yer buluyor yaşamımızda? Heyecan ne durumda? Bütün bunlara eğer aynı veya daha fazla diyorsak ne ala, ama eğer bir şeyler farklı, bir şeyler daha az veya hiç yok diyorsak, işte tam orada bir yerlerde terazi ayarlarına bakmak gerekli. O zamanlar içimizde var olmaya başlayan mutluluk, neşe, heyecan terazilerimizin ayarları bozulmuş ve artık olması gerektiği gibi ölçmüyor olma ihtimalinin yüksek olduğunu bir fark etmek lazım. Acaba alışkanlıklar ve zaman içinde geliştirdiğimiz körlükler, inançlar, yargılar, geçmiş deneyimlerimizden geleceğe yansıttıklarımız ölçümleri giderek daha da fazla bozuyor olabilir mi diye bir bakmak lazım. Sonra da ayarları nasıl kalibre ederim ki eskisi gibi gülmek, kahkaha atmak, mutlu hissetmek, neşeyi yaşama katmak, basit şeylerle heyecanlanmak yeniden mümkün olsun sorusunun yanıtını aramaya başlamak lazım.

Bu sorunun yanıtını daha çabuk bulabilmek için haydi dönün çocukluktaki en keyifli dönemlerinize ve hatırlayın kahkahalarınızı, keyifli oyunlarınızı, oradaki neşeyi, heyecanı ve mutluluğu, sonra onları bugüne gelen yolda izleyin, azaldıkları noktayı yakalayın ve tekrar eski haline gelmesi, yani ayarların yenilenmesi için ne gerekli biraz kafa yorun. Belki bir reset yani yeniden başlat düğmesi, belki bir sil ve yenile düğmesi, belki de yeni bir pencere aç düğmesine basarak ufak bir ayar yeter, belki de biraz zaman tanıyarak yeniden yapılandırma çalışmaları işe yarar. Ama bir yerlerden başlamak lazım, çünkü bunlar azaldığında, kaybolduğunda hayatın içinde bir şeyler hep eksik kalacak, evde, iş yerinde, içinde bulunduğunuz tüm topluluklarda bir şeyler tamam değil duygusu olacak. Hani en başta da dedim ya, bu bozuk ayarlara göre yaşanan bir yaşam olacak yaşadığımız.

Yeniden ayarlanmış iç terazilerimizin getireceği keyifle daha mutlu günler olması dileğiyle.

 

Tamamlanmayan, Yarım Kalan, Hatta Hiç Başlanamayanlar

pile-books-13929-37039-file-eng-400-265Nelere başlayıp sonradan yetişemeyip yarım bıraktınız? Neler var kafanızın içinde kalan ve hiç hayata geçmemiş olan? Nelere başlamaya karar verip, hatta çok da heves edip sonra hiç başlayamamış buldunuz kendinizi? Mesela, kaç tane kitabınız var alıp da bitirmeden bıraktığınız, hatta hiç okumaya başlayamadan kütüphanenin rafına kaldırdığınız? Kaç tane plan var kafanızın içinde gerçekleştirmek için uzun uzun düşündüğünüz, hatta çok da heyecanlandığınız, ama nedense bir şekilde vazgeçtiğiniz?

Tamam biliyorum bir şeyleri düşünmek yapmaktan daha kolay geliyor, içimizdeki istek çok yüksek düzeylere ulaşıyor, bir adım atma kararımız varmış gibi geliyor, ancak derken bir de bakıyoruz ki, her şey iyi niyette ve düşüncede tıkanıp kalmış ve somut adımlar nedense hiç atılamamış. Belki ya olmazsa kaygısı, belki ben yapamazsam düşüncesi, belki vakitsizlik inancı, belki yorgunluk algısı, belki de benim aklıma şu anda gelmeyen ama sizin hemen bulacağınız başka bir gerekçe.

Daha önce de yazmıştım, bilmek yapmanın garantisi değil, farkında olmak harekete geçmek için tek başına yeterli değil diye. Farkındalığın yaşama aktarılması için gerek şart koşul, düşünen “ben” ve davranan “ben”in uyumu. Bu uyum olduğunda, cesaret ve adım atma hali kendini hemen belli ediyor. Oysa düşünen “ben” ve davranan “ben” birbirinden bağımsız hareket etmeye başladığında, bazen düşündüğümüzden çok daha fazlasını yapmaya çalışıyoruz, ya da yapabileceğimizden çok daha fazlasını düşünüyoruz. Durum karmaşıklaştığında ertelemeye, vazgeçmeye başlıyoruz. Bazen de bir çok konuda bir çok plan yapıyoruz, çok yaratıcı fikirler geliyor aklımıza, ancak onları kategorize etmek, yapılabilirliklerini düşünmek yerine, üst üste hatta daha da fenası içi içe kafamızın içine dolduruyoruz, bu defa da onlar bize içinden çıkılmaz bir yığın düşünce hissi vermeye başlıyor ve hepsini zihin kütüphanemizin içindeki rafların en arkalarına doğru itekleyiveriyoruz.

Düşünen ve davranan benlerin uyumu bozulduğunda, yukarıdaki sonuçları doğuran neler oluyor bizim sistemde acaba? Bakın bence şunlar oluyor; kendi içimizde önceliklendirme sıkıntımız ortaya çıkmaya başlıyor, odaklanamamaya başlıyoruz, ya da sadece en büyük bitmiş hedefe odaklanıp, o da gözümüze çok büyük göründüğünden hareket edememe durumu baş gösteriyor, sonra ertelemeye ve bahaneler bulmaya başlıyoruz, sonra da kafamızın içinde veya tam da önümüzde duran her ne varsa, tamamlanması imkansız bir işe dönüşüyor, hepsi üst üste biniyor ve zihnimizde korkunç veya kaçınılması gereken bir hal alıyor, cesaretimiz ve hevesimiz kırılıyor. Bu sıkıntılı durumdan kurtulmak isteyen kafası karışmış biz de, her ne var ne yoksa toparlayıp, ya evin içindeki ya da zihnimizin içindeki kullanılmayan tozlu raflara atıveriyoruz, ya da bitmiş gibi dursunlar diye halının altına doğru itiveriyoruz ayağımızla, sonra da her şey normale dönmüş gibi davranmaya çalışırken buluyoruz kendimizi. Davranmaya çalışırken diyorum, çünkü içimizdeki tanımsız huzursuzluk hissi biraz kafamızı karıştırmış oluyor o sırada.

Peki durum böyle olduğunda ne yapmalı?

  • Önce rafa kalkanların ya da halının altına itilenlerin, o yığın yığın olmuşların neler olduğunu bir anlamak lazım.
  • Ardından kategorize et diyebiliriz kendimize, yani kafanda gruplandır, her neyse o önündeki yığının içinde bulunanlar, hepsini bir kategorize et, mesela alıp da okuyamadığın ne tür kitapların var, hangi konularda planların var yaşamınla ilgili, yapmak isteyip yapamadıkların neler?
  • Hemen arkasından her bir alanı önceliklendir demek lazım yüksek sesle, önceliklendirmekten bazen sadece bir yapılacaklar listesine koymayı anlıyoruz, oysa sadece bunu anladığımızda, yapılacaklar listesinden bize en kolayları önce yapıp, gerisini bir kenara atma ve erteleme olasılığı artıyor. O nedenle önceliklendirirken, sıralama değil gerçek önceliklendirme yaptığımızdan emin olmamız lazım. Önceliklendirmenin kriterini belirlersek, önceliklendirme yapmak kolaylaşır, mesela zamana göre, mesela en çok istediğimize göre, mesela en çok ihtiyaç duyduğumuza göre, mesela hemen yapılabilir, sonra yapılabilir olanlara göre.
  • Unutmamalı, “parçala, böl, yapılabilir en küçük parçaya ulaş, sonra da bu yapılabilir parçayı yaptığını nasıl fark edersin keşfet” ilkesi bu yola ışık tutan ve sürekli yanımızda taşıdığımız bir el feneri olmalı bir şeyleri hayata geçirme, bir şeyleri tamamlama veya bitirme yolculuğumuzda.
  • Sonrasında da fenerimizin elimizin altında olduğundan emin olarak, yukarıdakileri yapmaya başladığımızdan ve vazgeçmeyeceğimizden nasıl emin olacağımıza karar vermek lazım, yani kendimizi takip edecek bir yöntem bulmamız lazım, kolay, pratik, ama kararlılığımızı sürdürmemizi destekleyecek bir yöntemi kendi usulümüze uygun geliştirmek lazım.

Bütün bunları az biraz yapmaya başladığımızda, önümüzde, kafamızda oluşan o korkutucu yığınların önce yavaş yavaş yanyana dizildiğini, bir sıraya girdiğini, sonra boylarının kısalmakta olduğunu ve hemen ardından da içimizin bir yerlerinde bir bu işi de hallettim sesinin yankılanmakta olduğunu fark etmeye başlayacağımız ve düşünen ve davranan ben’lerin el ele hareket etmeye başladığını fark ediyor olacağımız garanti gibi geliyor bana.

Denemeye değer mi sizce, ne dersiniz?

Mutlu haftalar…