Archive | Kasım 2015

Yeni Bir Haftaya Başlarken Otomatik Pilottan Çıkmak

otopilotEvet, biliyorum, yaşam koşturmaca, yaşam stres ve kızgınlık dolu, her gün birbirinin tekrarı, trafik başlı başına bir dert, şu birlikte yaşadığımız, bizimle çalışan, bizim yöneticimiz olan insanlar bizi çok yoruyor ve geriyor ve hatta bizi hiç anlamıyor. Evet, biliyorum Pazartesi sabahları işe gitmek bazen kâbus oluveriyor, hatta Pazartesi’nin gelişi Pazar’dan belli oluyor. Ama acaba biz bütün bunları nereden karşılıyoruz, otomatik pilot tarafımızdan mı, yoksa fark ederek ve anlamlandırarak mı?

Günlük yaşam telaşıyla sarmalanmışken, içinde bulunduğumuz anda ne hissettiğimizi tam olarak fark etmediğimiz, yaptığımız şey her neyse onunla ilgili duygularımızı tanımlamadığımız ve yaptığımız şeyleri zorunluluk ya da istek çerçevesinde kendimize ifade etmediğimiz zamanlar oluyor. Ne yazık ki böyle zamanlarda yaşamın bazı alanlarını hafiften otomatik pilota teslim ediyoruz ve o da bizi sarsmadan olduğumuz halimizle taşımaya çalışıyor.

Peki, otomatik pilotun devreden çıktığı durumlar nasıl durumlar oluyor? Böyle durumlarda önce duygu tanımlaması yapabiliyoruz. Ardından da bu bir zorunluluk mu, yoksa yapmayı istediğim bir şey mi sorusunun cevabını verebiliyoruz. Zorunluluk veya istek, her iki durumda da içinde bulunduğumuz halin bir seçim olduğunu fark ediyoruz. Bunun bir seçim olduğunu fark etmemizi sağlayan en güçlü şey ise, bu durumun içinde olmanın bizim için neden önemli veya neden gerekli olduğunu fark etmek oluyor. O anda o şey her neyse onu yapıyor olmakla ilgili verdiğimiz cevap zorunlu da değilim, sevmiyorum da ama hala bu işi bu şekilde yapıyorum ise, bunun neden önemli ve neden gerekli olduğu üzerinde kafa yormak, bizi yeni bir seçimle karşı karşıya bırakabiliyor. Seçim çok da karmaşık olmuyor o noktada; olanı olduğu gibi sürdürmek ya da farklı bir yola doğru harekete geçmek. Seçilen yol olanı olduğu gibi sürdürmekse, bu defa bunu seçenin kendimiz olduğunu daha güçlü bir şekilde fark ederek, bu seçimin arkasında durup şikâyetçi olmaktan vaz geçip, o seçimin içinde var olan veya içine eklenebilecek ve iyi hissettirecek parçaları keşfederek gidilecek bir yol oluyor önümüzde uzanan yol. Seçimimiz farklı bir yol seçmekse, bu kez o yolda neler olacak üzerine kafa yorup, ben çıktım ve yürüyorum hissi ile yola koyulmak oluyor yeni alternatif.

İçinde bulunduğumuz durum iş yaşamında veya özel yaşamda ikili bir ilişkide yaşadığımız karışıklık da olabilir, doğrudan yaptığımız işe yönelik bir “işimi sevmiyorum” hali de olabilir. Önemli olan bunları tam farkındalıkla ifade etmek ve sonrasında da seçimlerimizi canlı pilota yani kendimize devretmektir diye düşünüyorum.

Yeni bir iş haftasına başlarken biraz kendinizle ilgili düşünme vaktiniz var mı? Var diyenlerdenseniz, birkaç soru üzerinde düşünmeye ne dersiniz? Soracağım soruların yaşamı otomatik pilottan çıkartıp, şöyle bir soluklanma fırsatı vereceğine inanıyorum.

  1. Şu anda nasıl hissediyorsunuz? (Cevap: Çok Kötü / Aralarda Bir Yerde / Çok İyi)
  2. Şu anda ne yapıyorsunuz?
  3. Şu anda yaptığınız şeyi yapmak zorunda mısınız? (Cevap: Evet / Hayır)
  4. Şu anda ne yapıyorsanız, yaptığınız şeyi yapmak istiyor musunuz? (Cevap: Evet / Hayır)
  5. Şu anda bunu yapıyor olmak sizin için neden önemli ya da neden gerekli?

Güzel Bir Sonbahar Sabahından Küçük Bir Paylaşım

agacBu sabah daha önce hiç çıkmadığım kadar erken bir saatte yürüyüşe çıktım, o kadar erkendi ki güneş doğmaya yeni yeni niyetleniyordu.  Alacakaranlıkta yürürken, sonbaharın ne kadar güzel bir mevsim olduğunu bir kez daha fark ettim. Sağ olsun, rengârenk yaprakların üzerinde hışırtılı sesler çıkararak yürümenin keyfini bize sunuyordu nazikçe. Bunları fark etmeden önce olanların üzerine bir şeyler yazmak istedim bugün

Evimin dışına adımımı atar atmaz, sabahın soğuk ayazı yüzüme çarptı, çok da soğukmuş diye düşündüm, sonra aman hava da daha karanlıkmış, keşke biraz sonra çıksaydım dedim. Sonra bu düşüncelerin otomatik olarak zihnime geldiğini fark ettim ve biraz daha dikkatle dışarıya baktım. Uykulu halimle kapıdan çıkınca yüzüme çarpan serin havanın aslında hoşuma gittiğini hissettim, sonra o yeni yeni aydınlanan gökyüzünün ne kadar keyifli olduğunu, renklerin ne kadar güzel olduğunu görmeye başladım. Bu sefer de daha önce neden bu saati hiç dışarıda geçirmemişim diye hayıflandım. Yine bir durup düşündüm, şu son derece basit görünen sabah yürüyüşüne çıkışta bile kafamda ne çok şey gezindi diye. Şaşkınlıkla zihnime ilk düşenlerin hava soğuk ve karanlıkmış cümlesi olduğunu ve aslında çok da hoşuma giden şeyleri daha sonra keşfettiğimi fark edince çok şaşırdım. Hadi güzellikleri keşfettim, bunlardan keyif alma zamanı gelmişken, bu sefer de neden daha önce yapmadım diyerek yarattığım hayıflanma duygusu, şaşkınlığımı iyice arttırdı. Sonrasında sürekli araştırdığım, üzerinde konuşup yazdığım bakış açısı konusu aklıma geldi, şöyle bir silkelendim ve iyi ki daha önce yapmadığım bir şeyi bugün yapmışım, şu güzel serin havayı, gökyüzündeki renkleri görmek ne güzel diye keyiflendim.

Bakış açısı sanki biraz matematiksel geliyor kulağa, hatta geometri dersi gibi bir ses bırakıyor kulakta, kaç derecelik açıyla bakıyoruz, biraz sağa kayarsak açı kaç derece olur, iyi görüş için kaç derecelik açı olmalı filan gibi kelimeler uçuşuyor benim zihnimde. Ardından da yeterli değil gibi geliyor sadece bakış açısı üzerine düşünmek, çünkü o açıyla bakmanın altında yatan başka bir şeyler var ve biz o şeylere göre o açıdan bakıyor oluyoruz genelde, aslında seçiyoruz o açıdan bakmayı.

Baktığımız açının o açı olmasını destekleyenler neler? Doğduğumuz günden bugüne bizi getiren her şey aslında. Geçmiş tecrübelerimiz, yaşadıklarımız, ebeveynlerimizden, öğretmenlerimizden, arkadaşlarımızdan, sevdiklerimizden, patronlarımızdan kısaca yaşamdan öğrendiklerimiz, yaşama bakarken, o yaşamı yaşarken içinden kayda değer bulup seçtiklerimiz, bunlardan yola çıkıp geliştirdiğimiz inançlarımız, yargılarımız, alışkanlıklarımız, değerlerimiz, duygularımız. Yani aslında yıllar boyu toparladığımız şeylerle yapılandırdığımız düşünce biçimimiz şekillendiriyor baktığımız açının yönünü ve derinliğini. Baktığımız açı işin somut ve gözle görülen kısmı, ama asıl numara gözle görünmeyen, belki de sadece bir kısmını sayabildiğim ve adına düşünce biçimi diyebileceğim kocaman ve çok da esnek olduğunu düşündüğüm bir balonun içinde saklı. Öyle kocaman ki, her nereye bakarsak neyi nasıl algılayacağımızı bize tercüme edecek bir güce sahip, yaşadıklarımızı bizim kendi iç dilimize tercüme eden bir tercüman adeta.

Kendi balonlarımızın içindekileri fark etmenin ve onların üzerinde düşünmenin, yaşamı keyifle yaşamanın birinci kuralı olduğuna inanırım. Çünkü eğer biz kendi balonumuzun içinde birikenlerin farkında değilsek, o balon yaşamı neredeyse hiç düşünmeden yaşatacak bir güce sahip hale geliverir kolayca. Çünkü o balon güçlü bir şekilde geçmişi derleyip toparlar ve bizi yormadan, otomatik halde bugüne ve geleceğe baktırır, davranışlarımızı ve sözlerimizi ona göre programlar, korumacı bir yaklaşımla bizi bildiğimiz yoldan bakmaya ve bildiğimiz yoldan yürümeğe yöneltir. İşte bana sabah alacakaranlıkta dışarı çıktığımda önce soğuğu ve karanlığı fark ettiren, keyifle geçecek zamanı fark ettirmek yerine, daha önce neden yapmadın, bak ne çok şey kaçırdın bugüne kadar, keşke yapsaydın dedirten de bu balon. Sonrasında, kendimi otomatik düşüncelerimle yakaladığım anda zihnime çağırdığım “serin hava bana iyi geldi, güneşin geleceğini bilmek ne keyifli ve iyi ki bugün bu güzelliği fark ettim gibi” düşüncelerim de, kafamın içindeki balona, seni fark ediyorum ve aslında senin içinde yer alanlardan öğrendiklerimle ben ne düşüneceğimi seçiyorum, otomatiği devraldım, sen rahat ol demekten öte bir şey değil. Yani bakış açımın yönünü seçmeden önce keşfettiklerim bana bakış açımı ayarlattıranlar.

Hadi bunu kendi yaşamlarınızda bir araştırın. Sizin zihninizin içindeki o balonun içinde neler var, onlar sizi ne kadar destekliyor, siz onları ne kadar farkındalıkla kullanıyorsunuz, otomatik sistem ne kadar devrede, baktığınız açıyı geçmişte ve olası risklerde mi odaklıyorsunuz, yoksa farkındalıkla geleceğe, burada gerçekten ne var sorusuna ve yeni farkındalıklara doğru mu çeviriyorsunuz? Ben böyleyim mi diyorsunuz, yoksa o bakış açısının altında yatan içi bilgi, deneyim, farkındalıklarla dolu o zengin balonu fark edip, içindekileri kullanıp, bakış açısını ona göre kendim, bilerek, isteyerek ve fark ederek en işime yarayacak ve katkı sağlayacak şekilde ayarlarım mı diyorsunuz?

Empati mi, o da neymiş?

Benim çalışmaya başladığım seksenli yılların sonlarında bireysel gelişim eğitimleri yeni yeni kurumsal eğitim yelpazelerinde yerini almaya başlıyordu. Sadece işin kendisini konuşan, eğitim denilince teknik bilgi kazandırmayı düşünen kurumlar, bireysel farkındalığı güçlendirecek, kurumun içindeki ortaklaşa solunan havayı daha rahat nefes alınır hale getirecek eğitimler aramaya başlıyorlardı. Bu eğitimlerin üç tanesinden en az birinde empati ne demek sorusu gelirdi karşımıza. Görünen oydu ki, iş yaşamında İNSAN giderek önem kazanmaya başlıyordu ve yeni yeni duyulmaya başlayan bu kavramla ilgili konuşmaya da ihtiyaç vardı. Bugün bu tür eğitimler artık koşar adım yaygınlaşmaya başladı, çünkü ne mutlu ki insanın bir kurumun en önemli değeri olduğu farkındalığı gün geçtikçe ve hızla kabul görmeye başladı.

O günlere geri dönersek, eğitimde eğitmen empati ne demek diye sorardı, sonra herkes bir tahminde bulunurdu, en çok başkalarının ayakkabıları gelirdi akla.

Bana o günlerde de empati dedikten sonra başkasının ayakkabısından söz etmek, o ayakkabının sahibinin gözlerinden sanki oymuş gibi bakmak biraz tuhaf gelirdi. Zaman içinde kurumsal yaşamda büyüdükçe, iletişim, bireysel gelişim konularında eğitimler alıp, çalıştıkça kulağıma tuhaf gelen empatinin, yaşamı kolaylaştıran en önemli araçlardan bir tanesi olduğu giderek daha fazla netlik kazanmaya başladı. Bu netlik kazanma durumu, empatinin diğer kişinin yerinde durunca ne göründüğünü kendi yargılarım olmadan görmeye çalışmak olduğunu anladığımda ortaya çıktı. Yani yapmam gerekenin karşımdaki insanmış gibi yapmaya çalışmak yerine, onun durduğu yerden bu durum nasıl gözüküyor acaba, o ne görüyordur oradan sorularını sormanın, karşımdaki insanmış gibi yapmaktan çok farklı olduğunu anladığımda ortaya çıktı.

Gayet açıktır ki yaşamda bakış açısı değiştirmek ve mümkün olan bütün taraflardan bakmak, fiziksel olarak bir nesneyi daha tam ve bütün görmeyi kolaylaştırır. O halde, yaşanan karmaşık durumlar için de aynı şeyi yapabilmenin, yani bakış açısı değiştirmenin, o durumu tam ve bütün görmeyi destekleyen bir araç olacağını kabul gerekir. Peki, bir duruma nasıl farklı açılardan bakılır? İşte tam da şöyle: önce benim gözümden görünen görüntü ne sorusunu cevaplamak gerekir.  Hemen ardından biraz konum değiştirip, o duruma dâhil olan diğer kişiler acaba ne görüyorlar sorusunun cevabı üzerinde biraz vakit harcamak gerekir. Görüntünün daha da net olmasını istiyorsak, bir adım daha öteye geçip, ben ve diğer kişiler dışarıdan bakınca nasıl görünüyorlar bu olayın içinde sorusunu yanıtlamak, görüntüyü bütünlemek ve netleştirmek adına çok katkı sağlar.

Peki, görüntünün netliği ne sağlar? Potansiyel yanlış anlaşılmaları azaltır, kişilerin birbirlerini anlamalarını kolaylaştırır, yaşanan durumda beklenen sonuç her neyse, o sonuca doğru yol almayı kolaylaştırır. Adına ister empati deyin, ister demeyin ve sadece diğer taraftan bakmak deyin veya yeni bir bakış eklemek deyin, bunu yapmak, yaşanan problemli durumlar daha kolay çözmek, tıkanmış görünen durumlarda yeni çıkışlar keşfetmek, kısaca iki insanın birbirini anlaması demek olan iletişimi kuvvetle desteklemek demek olacaktır.

Empati, karşıdakinin gözünden bakıp kendi fikirlerinden ödün vermek olmadığı gibi, karşıdakinin durumuna sempatiyle bakmak da değildir. Empati çözümü zenginleştiren bir bakışı yaşanan durumun içine katmaktan ibaret bir bakıştır. Empatiyi kurumsal yaşama katmak, kurumsal ilişkileri zenginleştirir, destekler ve çözümlerin gizlendiği alanların görünür hale gelmesini kolaylaştırır. Unutmamak gerekir ki, empati yapmak içinde bulunulan durumda diğer kişi neye nereden bakıyor görmek, kendi gördüklerimize ek olarak yaşanan durumu bu farkındalığı da ekleyerek anlamaya çalışmak ve sonrasında da çözüme dönük bir strateji oluşturmaktan ibarettir.

Önemle belirtmek isterim ki, bugüne kadar yapmadım, bundan sonra da hiç yapamam demek pek de doğru olmaz, çünkü kendi gözümüzden görünen görüntüyü zenginleştirmek ve aranan çözümü kolaylaştırmak adına ne kadar işe yaradığını fark edince, kolayca alışkanlık haline gelebilen bir bakış açısıdır empati bakış açısı.

Herkese iyi haftalar dilerim…

Yaşamdaki Makaslar ve Makasçılar

junctionGeçenlerde bir kurum eğitimim için hazırlanırken, acaba bu kez kendimi nasıl tanıtsam diye düşündüm. Elbette aynı şekilde tanıtmamda hiçbir sakınca yok, çünkü hepsi yepyeni insanlar ve beni hiç tanımıyorlar, ama kendime sıkıcı geliyorum aynı cümlelerle aynı şeyleri anlatınca. Çocukluğumdan beri en sevdiğim şeyin yaptığım işi eğlenceli hale getirmek olmasından da hareketle kendi hikâyemi farklı nasıl anlatsam sorusunun cevabı üzerinde düşünmeye başladım. Koç oldum olalı bu farklı ne olsa soruları bana sürekli bir şeyler keşfettiriyor, bu kez de öyle oldu.

Hani trenler bir yerden bir yere giderken makaslara gelirler ve makas değiştirerek gitmek istedikleri yöne doğru yönlenirler, düşünürken aklıma bunlar geldi. Bu sözcükleri de ilk kez küçükken oynadığım pille çalışan oyuncak trenim sayesinde duymuştum. Babamla uzun uğraşılarla kurar ve sonra da saatlerce oynardık. İşte makası da ilk kez orada öğretmişti babam bana, öğretmekle kalmamış beni de makasçı yapmıştı. Ben de bana verilen görevin öneminin farkındalığıyla 7 – 8 yaşındaki halimle, büyük bir ciddiyetle, trenin yeni raylara geçmesini ve dolayısıyla da yeni yönlere gitmesini sağlardım. Yeni yönlerde de hep farklı şeyler olurdu. Bazı taraflar dağ olurdu, bazı taraflar düz yol, bazı tarafları da tünel gibi yapardık. İşte bu eğitim öncesi aynı geçmiş hikâyemi nasıl farklı anlatsam derken aklıma geliverdi bütün bunlar ve kendi yaşantımdaki makasları ve makasçıları fark ettim, sonra da o makasların benim yaşamımdaki önemini düşündüm. Fark ettim ki her makas noktası bana yaşamım boyunca benim için en değerlileri keşfetmemi sağlamış, sonra yeni yola devam ederken oradan seçtiklerimi sırtıma alıp yola öyle devam etmişim. Her bir makas noktasında bana o makasları değiştirmek konusunda yol açan benim için son derece değerli makasçılarım olmuş, onlar bana yeni yönlerin içinde neler olduğunu fark etmem konusunda aydınlık yaratmışlar.

Bunları neden anlattım? Çünkü kendi yaşamıma farklı bir bakışla bakınca o makas noktalarını fark etmek, her bir makas değişikliğinin aslında içinde bir, hatta birçok hedef barındırdığını bilmek, her bir seçimimin içinde sevgi, insan, mutluluk, öğrenme, üretme ve paylaşmanın, yani benim en temel değerlerimin varlığını bir kez daha görmek, beni çok heyecanlandırdı. Sonra dedim ki amacım sadece eğitimde katılımcılara kendimi farklı nasıl anlatabilirim sorusuna cevap bulmakken, kendimle ilgili ne güzel bir gözden geçirme yaptım, ne güzel şeyler fark ettim. Bunları yazayım ve okuyanlarıma sorayım, acaba sizlerin makas noktalarınız nerelerde? Sizin makasçılarınız kimler? Seçtiğiniz yönleri seçmeniz sizin için neden önemliydi? Şimdi o yönde gidiyor olmak size neler fark ettiriyor? Bir dahaki yön değişikliğiniz, yeni makas noktanız neresi olacak? İlk kez veya bir kez daha düşünmeye ne dersiniz?

 

Eyvah, ya hata yaparsam!

İş yaşantısında bu cümlenin anlamı üzerinde kafa yormayı seviyorum. Her ne kadar sınavda bir çocuğa ait bir söz gibi görünse de, kurumlarla yürüttüğüm çalışmalarda gözlediğim bir gerçek var ki, o da zaman zaman çalışma düzeni içinde çalışanların da kafasını yoran cümlelerden bir tanesi olduğu.

Bu cümlenin kafaların içinde bir sese sahip olması, bana hemen ardından harekete geçmesi olası birkaç duyguyu düşündürüyor. Onlar da korku, kaygı ve endişe. Bu duyguların ortaya çıkması demek de, insanın neredeyse tüm yaratıcı becerilerinin kapanması ve hataya odaklanması, buna bağlı olarak da o hatanın dünyanın merkezi haline gelmesi, peşinden getirilen çözümün sadece o anı kurtaracak şekilde yaratılması, hatta bazen de çözüm bulunamaması demek olabiliyor. Kurumların hedefleri hatalardan ders alınması, yaşanan hataların geleceğe dönük sürdürülebilir iyileşme için destek olması iken, korku, kaygı ve endişenin ortaya çıkmasıyla, hatalar sadece bugünden geçmişe bir bakış ve bugünü kurtaracak en standart çözümü ortaya çıkarmak anlamına gelebiliyor.

Kurumların hataya yaklaşma biçimleri ve yöneticilerin hatalarla başa çıkarken takındıkları otoriter ve hiyerarşik tavırlar, hatayı yapan kişilerin yüreklerinde korku, kaygı ve endişe zilleri çalmaya başlamasının ardında yatan temel nedenler arasında üst sıralarda yer alıyor.

“İnsanın olduğu yerde hataların olması son derece normaldir” cümlesi, normal şartlar altında kabul gören cümlelerden birisidir. Şartlar normal olmaktan çıkıp, hatalı durum yaşandığında bu cümle hiç söylenmemiş gibi olup, hata sürecini yönetmeye suçlu kim sorusu ile başlanması halinde, yöneticiler bu sorunun cevabını hakkıyla verebilmek için farkında olmadan kendilerini işin yönetiminden sorumlu kişi olarak görmek yerine hatalıyı yakalayıp cezalandırmaktan sorumlu hâkim yerine koyabilirler. Böyle davranarak durumu düzeltme amacıyla çabalarken, sonuçların sarpa sardığını fark edince, daha da zor durumda kalırlar. Bu hal bu kez onların iç düzeninde yoğun stres, kaygı ve kızgınlık yaratır.

Yani hem yönetenlerin, hem çalışanların, yani herkesin içinde bir kaygı, bir korku, bir endişe hali ortaya çıkar. Hemen takip eden adımda da yeni hatalara zemin hazırlayan veya ortaya çıkan hatanın tekrarını mümkün kılan tıkanma süreci geliverir. Neden mi, çünkü beynin otomatik işletim sistemi der ki, korku, kaygı varsa kendini korumaya al ve savunmaya geç, yani yeni fikir üretmekle, yaratıcı çözümlerle filan uğraşma, tek hedefin içinde olduğun durumdan kurtulmak olsun. Bu noktada önemle belirtmeliyim ki, kurtulmak için otomatik sistemin en iyi bildiği yöntemler duruma karşı savaş açmak, birbirine karşı savaş açmak, başkalarını veya dış etkenleri suçlamak, mazeretleri ortaya koymak gibi davranışları içerir.

Hal böyle olduğunda ortada gezinen duygulara, insanların haline, ortaya koydukları davranışlara ve olası sonuçlara bakın, ne geliyor gözünüzün önüne? Benim gözümde adeta savaş alanına benzeyen bir çalışma ortamı görüntüsü canlanıyor.

Bu noktada alışılmış hata yaklaşımlarının işe yaramadığı gözleniyorsa, bu işe yaramıyor demeyi başarıp, yeni ve işe yarayan yaklaşımları benimseme kararlılığını göstermek çok önem kazanıyor. Bunu da yönetim sorumluluğu olan kişilerin yapacakları birkaç ufak ayarlama ile sağlamak son derece mümkün. İşte bazıları:

  • Önce kararlı bir tavır değişikliği ile var olan hiyerarşik ve otoriter bakış açısını ortaklaşa ve çözümcü bir bakış açısı ile değiştirmek
  • Sonra suçluyu bulmaya ve sorgulamaya çalışan sorumlu hâkim görevinden istifa edip, duruma bakıp ne oldu sorusunu sorup, ne öğrendik, nasıl çözeriz ve tekrarlamaması için neleri farklı yapmalıyız sorularının cevabını aramak
  • Bakılan yönün sadece geçmişten bugüne değil de, hem geçmişten bugüne sonra da oradan geleceğe olduğundan emin olmak, yani, kalıcı ve sürdürülür öğrenmeye yer açmak
  • Çalıştığımız alanda herkesin birer yetişkin olduğunu sürekli hatırlamak ve birbirimize karşı öyle davrandığımızdan emin olmak.

Hata yapmanın bir kaygıya dönüşmediği kurumlarda ortamda solunan hava her zaman oksijeni bol dağ havası gibiyken, kaygının varlığında hava basık, kirli ve soluması güç hale geliverir kolayca. Kurumlarınızda birkaç ufak ayarlama ile havanın her zaman temiz kalmasını sağlamaya ne dersiniz?

Özlüyorum, özlemle anıyorum, acaba anlıyor muyum?

atatürkEvet, özlüyorum, evet özlemle anıyorum ama acaba anlıyor muyum, acaba bakış açısının, davranış biçiminin, sözlerinin tüm yaşantıma ve ülkeme kattıklarının ve katmaya devam edeceklerinin farkında mıyım? Siyaset ve ideoloji konuşmaksızın, Atatürk’ün ülkemize katkısını konuşabiliyor muyum? Onun vizyonerliğinin ülkemizi bugüne getirdiğini fark ediyor muyum? Bunu çocuklara ve gençlere anlatabiliyor muyum? Yönettiğim şirkette, ait olduğum kurumda, parçası olduğum ailemde öngörülü, saygılı, yapacağım şeye olan inancımı yüzde yüz sergileyen ve detaylı gelecek hayalleri kurup onları nasıl gerçekleştireceğimi planlayan ve aktaran kişi olabiliyor muyum? “Çok zor” veya “bu şartlar altında imkânsız” demek yerine, yani benim dışımdakileri suçlamak yerine, yapabilirim, yapabiliriz diyebiliyor muyum? Şikâyet etmek yerine çözüm üretiyor muyum? Çocukları seviyor muyum, onların gelecek demek olduğunu hatırlıyor muyum? Annelerin, babaların, öğretmenlerin bir toplumdaki en saygın insanlar arasında olduklarını, çünkü geleceğimizin temsilcilerini yetiştirenlerin onlar olduğunu fark ediyor muyum? Eğitmenin öğretmekten farklı olduğunu, ikisinin de ayrı ayrı önemli olduğunu hatırlıyor muyum? Kendime, dış görüntüme özen gösteriyor muyum? Her zaman okuyup, dünyada, bilimde, sanatta neler oluyor fark edip, kendimi güncel tutuyor muyum? Müzik dinliyor muyum? Kendimden farklı insanlarla konuşup, onları tüm dikkatimle dinleyip, onların beni tamamlayan yönlerini görüp benim için önemli olabilecek şeyleri alabiliyor muyum? Yönüm dünden öğrendiklerimle bugünden geleceğe bakıyor mu?

İşte ancak bunları yapıyorsam ve buraya sığmayan pek çok güçlü özelliğini anlıyorsam, yaşamıma katıyorsam anlıyorum demektir Atatürk’ü, o zaman özlüyorum ve özlemle anıyorum diyebilirim yürekten.

Aslında tam da O’nun söylediği gibi “O’nu anlamak demek mutlaka yüzünü görmek demek değildir. O’nun fikirlerini, O’nun duygularını anlıyorsam ve hissediyorsam, bu kâfidir!” Galiba yapmam gereken sadece bu. Sağ ol Atam…

Sevgiyle…