Archive | Eylül 2015

İnsan Kaynakları Kimliğimden Gelen İç Sesler – 2

Bir kurum çalışması yaparken, bir kuruma dışarıdan bakarken içimdeki insan kaynakları kimliğimin beni en çok dürtüklediği alanlardan birisi ile ilgili yazmam iyi olacak galiba: Kurumsal Körlükler.

İnsanlar kendi yarattıkları havuzlarda boğuluyorlar bazen. Nedense içindeki suyu ayarlamak, boğulmamak için çarenin kendilerinde olduğunu görmek mümkün değilmiş gibi geliyor. Bunun en çarpıcı örneklerini kurumlar deneyimliyor diye düşünüyorum. Büyük vizyonları var kurumların, hatta son derece anlamlı vizyonları. Sonra bu vizyonu yaşama geçirmek adına koydukları hedefleri ve bu hedeflere gitmelerini kolaylaştırmak üzere yapılandırdıkları süreçleri var. Sonra da bu süreçleri yaşanır kılan prosedürleri, yöntemleri, kuralları var, üzerinde konuşmak istedikleri konuları masaya yatırmak üzere yarattıkları toplantıları var, bilgiyi paylaşma yöntemleri var, kurumun içinde işleyen bir iletişim ve ilişki ağı var.

Bu kolaylaştırıcı süreçler ve ağlar son derece iyi niyetle yapılandırılıyor, sonra kullanıma sunuluyor. Bazen iyi çalışıyor, bazen tıkanıp kalıyor. Bazen kolaylaştırıcı olurken, bazen tamamen yolları tıkayıcı ve motivasyonu kırıcı hale geliyor. Ama şurası bir gerçek ki, bu “kolaylaştırıcı” süreçler bir zaman sonra kurumun alışkanlıklarına dönüşüyor. İşte körlük tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Nasıl ki alışkanlıklar bilinçli olarak üzerinde durulmadığı sürece otomatiktir, işte bu süreçler de otomatik olarak yol almaya başlıyor. Bu sırada gözden kaçanlar olabiliyor veya kolaylaştırıcılar sadece eskiyor ve kurumun içinde bulunduğu durumla uyumlu olmaktan çıkıyor. Hani insanlar vazgeçmeleri yararlı olacak bir alışkanlıktan bahsederken, olmuyor, ne yapayım elimde değil derler ya, kurumlar da bunlar bizim yapımız ve kurallarımız elimizde değil demeye başlıyorlar. Yani bir anlamda su seviyesini kendilerinin ayarladığı havuzlarda boğulmaya başlıyorlar, üstelik çok da basit kurtarıcılar varken.

Haydi, biraz kurtarıcılardan konuşalım.

Bir tıkanma olduğu anda hemen kurumsal alışkanlıklara bakmak ve sorular sormak lazım. Mesela kurum içi toplantı alışkanlıklarına bakmak lazım, ne kadar işe yarıyorlar? Yaramıyorlarsa, yaramalarını sağlamak için neleri farklı yapmak lazım? Sonra içerideki ilişki ve iletişim ağlarına bakmak lazım, otomatiğe bağlanmış bir iletişim yönetimi mi hâkim kurumda, yoksa farkındalıkla yönetilen bir iletişim ağı mı var? Otomatikleşmiş ve çok da destekleyici olmayan bir durum söz konusuysa, nelerin değişmesi gerekli sorusunu sormak lazım. Kurumda bilgi akışkan mı sorusu, bence en önemli soru. Bazen varsayıyoruz bilginin aktığını ama akan genelde dedikodu veya eksik veya yanlış bilgi olabiliyor. Bakmak lazım koyduğumuz kurallar, yazdığımız prosedür ve talimatlar bugünle ve şu anla ne kadar uyumlu. Acaba önceleri içinde bulunulan duruma göre hazırlandı ve hiç sorgusuz sualsiz hala uygulanmaya mı çalışılıyor?

Tüm bu soruları sorduktan sonra kurumun vizyonuna, kurumun çalışan yapısına ve kurumun yürüdüğü yola tekrar bakmalı. Tüm bu sorulara aldığımız cevapları ve vizyonu, çalışanları ve kurumun yürüdüğü yolu bir arada gözden geçirmeli ve kendi yarattıkları havuzda boğulmak yerine, ne yapalım bunlar kurallar değişmez demek yerine, bugünden geleceğe kurumu nasıl değiştirmeli ve geliştirmeli, çalışanların kurumsal vizyona doğru yürümelerinin yeni kolaylaştırıcılarını nasıl yapılandırmalı sorularının cevapları üzerinde çalışmaya başlamalı. Yönetim takımlarının, tepe yöneticilerinin, yönetim kurullarının en öncelikli işlerinden birisi de bence bu olmalı.

İnsan Kaynakları Kimliğimden Gelen İç Sesler – 1

vizyon (152x200)Bu sabah bir laboratuvarda tahlil yaptırdım. Ellerimi yıkamak üzere tuvalete gittiğimde tuvaletin temizliği ve içerideki temiz koku dikkatimi çekti. Temizlik yapan hanım da içerideydi. Girebilir miyim diye sordum, girin tabii, şimdi temizledim, her yer tertemiz dedi. Zaten temizliği fark etmemek imkânsızdı. Ellerimi yıkadıktan sonra hanıma dönüp, ellerinize sağlık her yer gerçekten tertemiz, yaptığınız işin bu laboratuvar için ne kadar önemli olduğunu biliyor musunuz dedim. Şaşkın bir ifadeyle yüzüme bakıp, kimse bilmiyor ki dedi. Ben de mutlaka biliyorlardır, çünkü bir sağlık kurumunda en önemli şey temizlik ve tuvaletler de temiz tutulması gereken en önemli alanlardan birisi diyerek tekrar teşekkür ettim ve ayrıldım. Sonra ödeme bankosunda tahlillerimin ödemesini yaparken bankodaki hanıma, tuvaletler ne kadar temizdi, çalışan hanım sanırım çok özenli dedim. Böyle şeyler duymaya pek de alışkın olmadığı belli olan banko görevlisi, önce şikâyet ediyorum diye düşünerek savunmaya geçme duruşu almışken, söylediklerimin iyi şeyler olduğunu fark edince gülümsedi.

Bütün bunlar olur olmaz, elbette ve hızla içime işlemiş olan insan kaynakları kimliğim fırladı ve güçlü bir iç sesle konuşmaya başladı benimle. Ne tuhaf kardeşim bu dünya, eğer bu kadın yaptığı işin çalıştığı kurum için değerini ve anlamını çok iyi bilse ve bunu da ona kurumdaki yöneticileri hissettirse, hatta hissettirmek yerine sıklıkla dile getirse, ne kadar mutlu çalışır ve sana da eline sağlık dediğinde, kimse bilmiyor ki demek zorunda hissetmez kendisini. Ne kadar çok kurumda ihmal edilen bir davranış biçimi burada karşına çıkan durum farkında mısın? Neden işi sadece İ ve Ş harfleri ile tanımlıyorlar ve arkasında bulunan gizli ve güçlü anlamı ihmal ediyorlar? Bu da yetmiyormuş gibi, İ ve Ş harfleri ile tanımlananları yapan insanların da aslında o güçlü anlamı fark etmelerine engel oluyorlar? Bir tahlil laboratuvarında tuvalet temizlemek ne kadar basit gibi görünse de, ne kadar ciddi ve önemli bir İŞ. Orada yapılacak titiz olmayan bir davranış gelen hastaların birbirlerine istemeden ne çok şey bulaştırmalarına neden olabilir ve aslında o tanınmış laboratuvarın kimliğine ne kadar zarar verebilir.

Doğruyu söylemek gerekirse, insan kaynakları kimliğim sık sık dışarı çıkar ve bana sesini duyurur. Bu sabah söyledikleri de son derece anlamlıydı benim için. Bir kurumda çalışma yaparken, çalışanlarla da sohbet ederim. Yaptıkları en basit işle başlarım ve bu iş neden önemli sorusunu sorarım. Bir cevap gelir, gelen cevaba karşılık bir kez daha sorarım, peki bu neden önemli ve kime ve ne katkı sağlıyor? Birkaç tekrardan sonra, bu neden önemli ve kime ve ne katkı sağlıyor sorularının cevabı mutlaka kurumun varlık nedenine gider dayanır. Yani bir kurumda çalışan her bir çalışanın varlığı ve yaptığı şeyler sadece İ ve Ş harflerinden ibaret olmadığı gibi, kişinin kendi bireysel katkısıyla zenginleşen ve kurumun varlık amacına hizmet eden bir anlama sahiptir. Sıkıntının ortaya çıkmasının bana göre tek nedeni, çalışanların sadece yaptıkları işi görmeleri ve kurumun varlık nedenini ve en büyük hedeflerini ya da güncel söyleyişle kurumun vizyonunu bilmemelerinden veya yaptıkları işle bu vizyon arasında giden yolun çizilmemiş olmasından kaynaklanır.

Kurumlar (ister çok büyük ölçekli, ister küçük ölçekli olsun ve hangi sektörde olursa olsun), çalışanlarının yüksek verim ve yüksek bağlılıkla çalışmalarını hedefliyorlarsa, yapılması gereken en önemli şeylerden bir tanesi de işi, İ ve Ş harfleri ile tanımlamak yerine, o işin arkasında barındırdığı güçlü anlamla birlikte bir tanım yapmaları ve bu güçlü anlamı hem kurum yöneticilerinin, hem de her bir çalışanın fark etmesini sağlamalarıdır. Bence kurumsal olarak kafa yorulması gereken en güçlü nokta da budur.

Açık Ofisler mi Açık ve Berrak Zihinler mi Gereken?

question-mark-faceTıpkı kılık kıyafetteki moda kavramı gibi bir moda kavramı kurumsal dünyada da var. Kurumsal dünyanın modasında kılık kıyafet yerine yeni uygulamalar ve yeni süreçler var kullanılan. Kıyafetler için denir ya bazen, yakışan da giyiyor, yakışmayan da diye, iş dünyasındaki moda için de ben aynı şeyin geçerli olduğunu düşünüyorum, kendi yapısına uyan da kullanıyor, uymayan da. Hatta bazen kurumun zeminine öylesine bakmadan uygulanan şeyler oluyor ki, kuruma ya bol geliyor, ya dar geliyor, ya kısa kalıyor, ya da uzun geliyor. Hadi bunlarda sorun yok diyelim, kurumun tenine, ruhuna uymuyor. En fenası da bu sakil giysilerle kurum insan içine çıkmak durumunda kalıyor.

Örneğin bir moda uygulama, açık ofisler. Dünyanın her yerinde pek çok kurum duvarları kaldırıyor ve bütün çalışanları açık bir alana yerleştiriyor. Hatta bir adım daha ileri gidip, kimsenin masası da olmasın, herkes bulduğu yere otursun diyenler var. Amaç ne? Verimlilik artsın, iş sonuçları iyileşsin, çalışanlar kendini daha özgür ve mutlu hissetsin; yani, özündeki niyet son derece iyi. Peki, acaba orada verimi düşüren ne? Fiziksel duvarlar mı, yoksa zihinlerde oluşmuş duvarlar ve kafa karışıklıkları mı? Zihinlerde duvarlar varsa, onlar dururken, ofisin içindeki duvarları yıkmak acaba beklenen sonuçları yaratır mı? Hele bir de masaların da sahipleri artık yoksa kurumda insanların aidiyet duygularını çok iyi takip edip başka bir şekilde beslemek gerekmez mi? Bir hikâye duymuştum, bir kurum açık ofis ve sahipsiz masa düzenine girdikten sonra, sabah erken gidip aynı masaya yerleşmeyi amaçlayan çalışanlar oluyormuş, yani yer tutanar. Eğer durum buysa, yeni düzen çalışanların zihinlerinde yeni karışıklıklar mı yarattı?

Yıllar süren kurumsal deneyimlerim bana bir şeyi çok iyi öğretti, İngilizce bir deyim ama hoşuma gider, “One size fits all” yani standart beden diye bir durum kurumsal dünyada hiçbir anlam taşımaz, çünkü hiçbir kurum o standart bedenin içine giremez. Kurumların iç dinamikleri, sahip oldukları kurumsal yapı ve kültür, yani bir anlamda kurumların ruhuna göre bir tadilat gerekir mutlaka, ya boyu ayarlanır, ya yanlardan hafif daraltılır, ya da belki bir beden büyük gereklidir, belki kırmızı yakışmaz da pembedir yakışacak olan.

O halde bir bakmak lazım yeni bir uygulamaya başlamadan önce, örneğin açık ofis acaba bizim kurumun ruhuna iyi gelir mi diye, bizim kurumun dokusunda zihinleri açacak uygulamalar nedir diye düşünmek lazım. Verimi, kurumsal mutluluğu, karlılığı arttıran fiziksel duvarlar değil, zihinlerdeki duvarlardır unutmamak lazım.

 

Bugün Dünya Barış Günüymüş

baris - Kopya (800x745) (640x596)Bugün Dünya Barış Günüymüş. Bir günle barış olur mu? Günlerin adına barış koyarak barış gelir mi? İnsansız barış olur mu? Bunu duyunca, barış sorumluluğunu yüklediğimiz güvercin bile şaşkınlıkla bakmaz mı biz dünyadaki insanlara?

Dünya Barış Günü denilince “barış” sanki bir nesneye dönüşüyor. Oysa barış insanla ortaya çıkan bir hal, tek başına var olan bir şey değil. Bundan hareketle de, barışı önce insanların içine koymak gerek. Sanki bir tarif verir gibi, bir tutam barış, bir tutam sevgi, bir tutam huzur. Çocukları sevgiyle, barışla büyütmek gerek. Kin, nefret ve savaşın tohumlarını yok etmek ve ekilecek tohumların barış, sevgi ve dostluk tohumları olmasını sağlamak. Çünkü ancak insanların içinde kin, nefret ve savaş hali olmazsa, sevgi, barış ve dostluk dolu olursa içleri, itişme, kakışma, dövüşme, çatışma, birbirini yok etme duyguları da olmaz.

Bir yazar diyor ki, dildeki şiddeti yok edersek, dünyaya barış gelir. Ben buna biraz daha ilave yapmak ve şöyle demek istiyorum: Yürekteki şiddeti, sevgisizliği ve düşmanlığı yok edersek, insanlar birbirlerini severlerse, daha da önemlisi kendilerini sever ve kendileri ile yaşadıkları çatışmaları çözüp, kendi içlerine barışı yerleştirip yola öyle devam ederlerse ailelere barış gelir, toplumlara barış gelir, ülkelere barış gelir ve dünyaya barış gelir. Barış gelirse, canımızın parçası evlatlarımız ölmek yerine yaşarlar, ölmek yerine yaşama katkı sağlarlar. İnsanlar birbirlerine şüpheyle ve acaba bu bizden mi yoksa düşman mı diye bakmak yerine, o da benim gibi bir insan diye bakmaya başlarlar.

Peki, bu kimin işi? Bizim işimiz, biz yetişkinlerin işi, çünkü çocuklar zaten barış ve sevgi ile doğuyorlar. Bir şeyler oluyor, biz bir şeyler yapıyoruz ve sonra kin, kızgınlık ve nefret doğmaya başlıyor. O zaman Dünya Barış Günü bir gün olmamalı, her gün olmalı. Aileler çocuklarını barış ve sevgi ile donatmalı, okullar çocuklara barışı ve sevgiyi de öğretmeli, kurumlar, çalışanları ile çatışmak yerine doğru dilde iletişim kurmalı, toplumlar barış ve sevgi elçileri ile dolu olmalı.

Peki, Dünya Barış Günü kutlu olsun, ama bu günden 364 tane daha olsun. Atamızın söylediği gibi hem yurtta barış olsun, hem de dünyada barış olsun…