Milton Erickson diyor ki, “Değişim kaçınılmaz”, o kadar da doğru ki. Hadi doğru değil deyin, ben de size zamanın içinde deneyimlediğimiz kendi fiziksel değişimimizle başlayan bir çok değişim kaçınılmaz örneği vereyim. Sonra da insansal bir örnek olmasa da tırtılın kelebeğe değişimini hatırlatayım.
Değişimi iki farklı yönde düşünmek gerek gibi gelir bana; kendiliğinden olan ve bizim de kendiliğimizden içinde kalıverdiklerimiz, bir de kendi içimizde bir sürü analize ve senteze ihtiyaç duyan değişim durumları.
Bir değişim durumu ortaya çıkınca, bir de şu bizim analizi isteyen durumlardan biriyse, hele bir de her zaman alıştıklarımızı çok bozan bir durumsa, içinden de bir direnç kafasını dışarı uzatıverir. Yapamam ki, elimde değil hep böyle yaptım, bu yaştan sonra değişemem ki, sistem uymaz, daha önce de denedim olmadı.
Elimde değil der demez, sanki içimizde devrede bir başkası daha varmış gibi bir durum çıkıyor ortaya, benim elimde değil, ama onun elinde, o da değişmez. Peki o kim? Onu yönetenler neler? Neden ben değişmekten bahsederken, bana elimde değil istesem de olmaz ki dedirtiyor? Aslına bakarsanız, değişmenin önündeki en büyük engel içimizde yarattığımız ikilikler gibi duruyorlar. İçimizdeki ikiyi teke indirip, alışılanın dışında bir durum ortaya çıktığında içimizden gelen sesi tek olarak duyduğumuz anda değişime direnen tarafla da başa çıktık demektir.
Kim ki bu direnen taraf, aslında içimizde yarattığımız, deneyimleri biriktiren, korumacı bir tavıra sahip olan, iç sistemin ebeveyni gibi davranan, aman şimdi her şey güllük gülistanlık giderken durduk yerde kendini üzme diyen birisi; biraz temkinli, biraz ürkek, biraz fazla rahatına düşkün, biraz korumacı, biraz da korkak. Belki bir iç ses, belki bir düşünce ama ikilik yaratan bir iç ses, ya da ikilik yaratan bir düşünce.
Peki ne yapmalı, hep aynı mı kalmalı, yoksa bir şekilde bu ikileşmeyi yakalayıp, teke mi düşmeli. Yalın ve sade “ben”e mi ulaşmalı? Benim inancım teke düşmeye çalışmanın çok gerekli olduğundan yana. Peki ama nasıl? Ne zaman ki değişimin bitmiş halini ve içinde kendimiz için değerli olan şeyleri keşfetmeyi başarırsak, sonra o keşfin hemen ardından bu keşfi canlandıracak şeyleri belirlemeyi ve onlara doğru giden yolun taşlarını döşemeyi ve sonra da döşediğimiz taşların üzerinde yürüdüğümüzde karşımıza çıkacak farklı fırsat ve görüntüleri canlandırmayı başarırsak, o ikilik teke düşer gibi geliyor bana, çünkü ancak o zaman değişmenin katkısının farkına varmış oluveririz birden bire.
Kelime olarak basit, “değişmeliyim”, ama uygulamada çok da basit değil, hele ikilik varsa, çok zor, ama ne zaman ki teklikle düşünüp, değer önem çerçevesinden bakarsak, parmak şıklatmak kadar basit ve hızlı. Sonrasına kalan da seçtiğimiz değişimi kararlılıkla sürdürmek. Bunları tamamlayınca sonuç mu ne? Değişim denilen şeyin ta kendisi, hani şu kaçınılmaz olan..