Archive | Kasım 2012

Güven, İletişim ve Başarı

Güven ve Güvenilir ne demek diye sözlükten bakınca, aşağıdaki tanımlarla karşılaştım:

Güven – Korku, çekinme ve kuşku duymadan inanma ve bağlanma duygusu, itimat.

Güvenilir – Güven duygusu veren, güvenilen.

(Kaynak: Türk Dil Kurumu Sözlüğü)

Bir kişiye güvenilir olmanın anlamını sorsak ve siz güvenilir misiniz desek, alacağımız cevaplar büyük olasılıkla aşağıdaki şekilde olacaktır:

  • Güvenilir olmak, doğru sözlü olmak demektir.
  • Güvenilir olmak, karşımızdakinin bize inanması demektir.
  • Güvenilir insanlar, verdikleri sözleri tutarlar.
  • Güvenilir olmak dürüst olmak demektir.
  • Ve ben güvenilir birisiyimdir.

Ancak yapılan araştırmalara göre, yöneticilere, çalıştıkları şirkette “güven” yaratabildiniz mi diye sorulduğunda alınan cevap genellikle, bunu sağlamanın ve sürdürmenin çok da kolay olmadığı yönünde olmuş.

Kişisel güvenilirlik ve organizasyonel güvenilirlik arasında fark olmasının temel nedeni, bir organizasyonda “güven” yaratmanın, sadece kişilerin bireysel olarak güvenilir olmalarıyla sınırlı olmamasından kaynaklanmaktadır. Organizasyonel güveni yaratabilmek için güvenilirlik ve dürüstlüğün yanısıra, doğru, dengeli ve adil şekillendirilmiş ve uygulanan süreçlere, çalışanın katılımına, yönetim ve iletişim becerilerine de ihtiyaç vardır.  Organizasyonel güvenin oluşturulması ve korunması konusunda en büyük görev, organizasyonların her kademesinde yer alan yöneticilere düşmektedir. Güven ortamının bulunmadığı veya çeşitli nedenlerle sarsıldığı organizasyonlarda, dedikodu, söylenti ve kapalı kapılar arkasında yapılan gizli konuşmalar giderek daha fazla gözlenmeye başlayacaktır; komplo teorisi üreten çalışanların sesi daha fazla duyulmaya başlayacaktır ve herhangi bir önlem alınmaması halinde, organizasyon ciddi zararlara maruz kalabilecektir. O halde, bir organizasyonda mutlaka güven ortamı oluşturmak, bu güven ortamını sürdürmek ve çeşitli nedenlerle zarar görmesi halinde yeniden oluşturulması için gerekli tüm desteği sağlamak, şirketin her kademesindeki yöneticilerin birincil görevi olmalıdır.

Bir işletmede güvenilir bir çalışma ortamı sağlamak için neler yapılabilir;

  • Çalışanların herhangi bir nedenle desteğe ihtiyaçları olduğunda yanlarında olmak (işle ilgili problemler, işyerinde yaşanan kişisel çatışmalar, paylaşmak istemeleri halinde kişisel problem ve sıkıntıları), onların yöneticilerine karşı duydukları saygı ve güveni pekiştirecektir.
  • Verilen sözleri tutmak, tutulması kesin olmayacak sözler vermemek daha güvenilir olmayı kesinlikle destekleyecektir.
  • Tutarsız mesajlar vermemek, gerçekçi olmayan vaatlerde bulunmamak, açık yüreklilikle ifade etmek yöneticilerin daha fazla kabul görmelerini sağlayacaktır.
  • Tutarsız uygulamalardan kaçınmak (örneğin, iş performansı çok iyi olan birine farklı kurallar uygulamak) büyük önem taşımaktadır. Unutulmamalıdır ki, çalışanlar yetişkin birer fert olmalarına karşın, çocukların taşıdıkları özellikleri taşımaya devam ederler, eş düzeydeki iş arkadaşlarına yapılan farklı muamele kesinlikle negatif sonuçlar doğuracaktır.
  • Problemli çalışanları görmezden gelmek, problemsiz çalışanlar açısından tedirgin edici olacaktır. Buradan hareketle, herhangi bir problem tespit edildiyse, konuyla ilgili uygun çözümler üretmek, çalşana koçluk yapmak, gerekiyorsa eğitim vermek, görev tanımını gözden geçirmek gibi çalışmalar yapmak uygun olacaktır.
  • Yerinde ve doğru ifadeler içermeyen geribildirimlerden kaçınmak gereklidir. Örneğin bir performans değerlendirme görüşmesinde, aslında performansından memnun olmadığımız bir kişiye, kendisinden memnun olduğumuzu söylemek, ileride ciddi sorunlara neden olacaktır. Zor da olsa, çalışanların geliştirmeleri gereken yönleri, onlarla açıklıkla paylaşılmalıdır. Bu yapılmazsa, bu kişilerin kendilerini geliştirmesine izin verilmezse, işini iyi yapanla, yapmayan ayrıdedilmemiş olacağı için, yapılan değerlendirmeler de tümüyle önemini yitirecektir. Vereceğimiz mesajlarda, sadece “ben” veya sadece “sen” içeren mesajlar vermek yerine, “biz” içeren, ya da “senin şu şekilde çalışman, almamız gereken sonuçları olumsuz bir şekilde etkiliyor” şeklinde mesajlar vermeye çalışmak iletişime yapıcı bir boyut getirecektir. Şu da kesinlikle unutulmamalıdır ki, ödüllendirme ve teşekkürler herkesin önünde olmalıyken, cezalar veya uyarılar kesinlikle birebir toplantılarda paylaşılmalıdır.
  • “Mükemmeliyetçi” yöneticiler için başkasına güvenmek ve iş emanet etmek zor olabilir. Ama böyle durumlarda, çalışma arkadaşlarımızın gelişmesine izin vermemiş oluruz. Bu durumun söz konusu olması halinde de, iyi sonuçlar alabilme potansiyeli olan çalışanlarımızın güvenini zaman içinde yitirmiş oluruz.
  • Kapalı kapılar arkasında yapılan dedikoduları hiçbir zaman duymazdan gelmemek gerekir. Konuyu gündeme alıp, kısaca açıkladıktan sonra, olası soruları olabildiğince cevaplamak ve daha fazla açıklama yapamıyorum çünkü gerisini henüz ben de bilmiyorum veya daha fazla açıklama yapamıyorum, çünkü bu konunun tartışılması henüz “gizlilik” ilkeleri açısından uygun değil şeklinde konuşmaktan çekinmemek gerekir.
  • Sık sık iletişim kurmak, sohbet etmek çok değerlidir. Güven oluşturmak, temelde iyi iletişim kurmakla sağlanır. Çünkü daha açık ve iyi bir iletişim ortamı sağlandığında, daha az dedikodu, daha az hatalı bilgi paylaşımı, daha çok koordinasyon ve daha fazla güven kendiliğinden sağlanacaktır.

Çalışanların performansı ile ilgili eski ve yeni yöntemlere bir göz atarsak, eski yöntemle ilerlendiğinde, çalışanların ihtiyaçlarının karşılanması, görev tanımlarının ve organizasyonel yapının doğru şekillendirilmesi ve kaynakların doğru paylaştırılması ile beklenen düzeyde performans sağlanırken, bu yönteme ilave olarak “adil” süreç yönetimi ile çalışanların güveninin kazanılması ve sürecin parçası haline getirilmesi sağlandığında elde edilen başarının beklentilerin çok üzerinde olacağı savunulmaktadır.  Harvard Business Review’da yayınlanmış olan bir makalede, bu çalışma şekli aşağıdaki şekilde özetlenmiştir. (Kaynak: HBR, Fair Process: Managing in the Knowledge Economy – W.Chan Kim ve Renée Mauborgne)

 

Geleneksel Yöntemler

Sistematik ve Güvene Dayalı Yöntemler

Yönetimin kullandığı yöntemler
  • Doğru kaynak dağıtımı
  • Ekonomik paket (maaş, yan faydalar vs.)
  • Görev tanımı ve organizasyon şeması
  • Çalışanın katılımı
  • Doğru açıklamalar
  • Beklentilerin netleştirilmesi
Çalışanın düşünceleri Sonuca yönelik tatmin: “hakkımı aldım” Güven ve bağlılık: “görüşlerime değer verildiğini hissediyorum”
Çalışanın davranış biçimi “zorunlu” destek ve işbirliği “gönüllü” destek ve işbirliği
Çalışanın performans düzeyi Beklenen düzeyde “iş performansı” Beklentilerin üzerinde “iş performansı” ve insiyatif alarak çalışma

Yukarıdaki tablodan da da görülebileceği gibi, çalışanın güveni ve bağlılığı eski yönetsel yöntemlerle birleştirildiğinde iş performansında ve iş tatmininde ciddi artışlar gözlenmektedir. Kaynak dağıtımını, çalışanların temel maaş paketlerini ve organizasyonel görev dağılımlarını doğru olarak planladıktan sonra, çalışanlarımızı süreçlere dahil etmek, onların güvenini kazanmak ve fikirlerini sormak, şirkete ciddi boyutlarda katkılar sağlayacaktır.

Kalpten yönetim

Bu başlık son günlerde benim için giderek daha fazla önem kazanmaya başladı. Kendi kurumsal tecrübelerimde her zaman çok önemli olduğunu savunduğum bu kavramın iş dünyası ile ilgili yazılan yazılarda, yapılan araştırmalarda da yer aldığını farketmek beni çok memnun etti. Bu konuya birden fazla yazımda değinmeyi planladığımı belirterek kısa bir giriş yapmak isterim.

Uzun yıllar geleneksel liderlik modeli ile kandırıldık mı acaba? Klasik liderlik modeli uyarınca yöneticiler en akıllı, en analitik düşünen, duyguları ile mantıklarını birbirinden ayırabilen ve duygularını işe gelirken evde bırakan insanlar olmalıdır diye bir tanımla yetiştirildik. Ancak son zamanlarda yapılan çalışmalar, büyüyen ve gelişen şirketlerin, çalışan ilişkileri ve çalışan yönetiminde duygu ve hislerin öneminin farkında olan şirketler olduğunu ortaya çıkarmaya başladı. Aslında başka bir deyişle daha önceden duygusal zeka diye tanımlanan kısmın kalp ve duygu ile yönetim demek olduğunu ifade etmeye başladılar diye düşünüyorum.

Klasik liderlik modelleri genellikle duygu ve hislerin doğru kararları olumsuz yönde etkileyeceğini savundu. Oysaki yeni teoriler hislerin işleyişi daha etkin hale getireceğini savunmaya başladı. Önceleri çalışanları motive etmenin tek yolunun maaş ve iş tanımı ile doğrudan bağlantılı olduğu düşünülürken, şimdi farkedilmeye başlandı ki, aslında maaş ve iş tanımı dışında pek çok duygusal etken var çalışanların memnuniyetini etkileyen.

Kanadalı bir kurum olan Conference Board tarafından yapılmış olan bir araştırma gösterdi ki, liderlerin başarılı olabilmeleri için çalışanlarına insan olarak daha itinalı davranmaları, onların duygu ve düşüncelerinin farkında olmaları en kritik noktalardan bir tanesi. Aslında çalışanlar içinde bulundukları kurumun ve kendilerini yöneten insanların kendilerini nasıl hissettirdiklerini çok fazla önemsiyorlar.

Dünyaca ünlü araştırma kurumlarından Towers Watson tatrafındnan gerçekleştirilen bir çalışan bağlılık araştırmasında görüldü ki bir iş yerinde çalışanları fiziksel şartlar, duygular ve çalışma ilişkileri bakımından desteklemek, o iş yerinin enerjisini son derece olumlu etkileyecektir.

Kurumsal hayatta aktif rol alanlardan bir an durup düşünmelerini isteyeceğim, iş ortamınızda geçen bir günü gözden geçirdiğinizde, duyguları yönetime dahil etmenin önemi konusunda ne farkediyorsunuz? Diğer çalışanları bir kenara koyun, sadece kendi açınızdan bakın ve dürüstçe cevap verin, duyguların farkedilmesi ve kararlara ve adımlara dahil edilmesi genel durumu nasıl etkilerdi?

Martı

Geçenlerde yıllar önce okuduğum, Richard Bach tarafından yazılmış olan Martı isimli öyküyü bir kez daha farklı bir farkındalıkla okudum. Yıllar önce okurken farketmediğim çok önemli mesajlar buldum kitabın içinde. Bazılarını aynen olduğu gibi buraya taşımak istedim. Kitabı okumamış olanlar varsa, mutlaka okumalarını öneririm, ama okurken değişim, hedef, dönüşüm, amaç, istek, sevgi, farklı olmak gibi pencerelerini de açık tutarak okumalarını öneririm. Öykü aynen şöyle başlıyor:

“Çoğu martı sırf yiyecek bulmak, sahilden ayrılıp tekrar geri dönebilmek için uçar. Bunun dışında bir şey öğrenmek için uğraşmazlar, öğrenmek istedikleri bir şey yoktur. Onlar için uçmanın tek anlamı karınlarını doyurabilmektir. Oysa Martı Jonathan Livingston için önemli olan yemek değil, uçmaktı. Martı Jonathan Livingston uçmayı büyük bir tutkuyla seviyordu. Annesinin neden sorularına verdiği yanıt, bir kemik, bir tüy kalmak umurumda bile değil anne, ben sadece havada ne yapıp ne yapamayacağımı öğrenmek istiyorum oluyordu.”

 İkinci okuyuşumda öykü beni birinci cümleden vurdu, ne kadar güzel bir benzetme vardı içinde, doğru değil miydi yazılanlar, hepimiz her sabah uyanıp yeni bir güne başlıyoruz. Bazılarımızın o güne ait hedefleri varken, bazılarımızın tek amacı ise akşam olması ve yatağa geri dönebilmek.  Oysaki başladığımız her gün kendi içinde bir amaç barındırmalı, hayat amacımızın bir parçasını belki de.

 Kitabı okumaya devam ettiğimde, bir takım cümleleri alt alta yazmak geldi içimden, bakın siz de bu cümleleri bir arada okuyun, neler ifade edecekler size:

 “Bu çok büyük bir güç istiyordu, fakat yavaş yavaş oluyordu.”

 “Sürüme geri dönmeli, neysem o olmalı, sınırları belli zavallı bir martı olarak kalmalıyım. Sürü içinde sıradan bir martı olmaya karar vermek, kendini daha iyi hissetmesine neden olmuştu. Artık onu öğrenmeye iten gücü umursamayacak, doğasına meydan okumayacak ve dolayısıyla başarısızlığa uğramaktan da korkmayacaktı.”

 “Yaşamın gerçek anlamını arayan, bulmaya çalışan bir martıdan daha sorumluluk sahibi biri olabilir mi? Bin yıldır yaptığımız şey balık peşinde koşmak. Artık yaşamak için bir nedenimiz olmalı, öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak gibi.”

 “Eğer ne yaptığını iyi biliyorsan, her zaman başarırsın. Başarmak için ne yaptığını bilmek gerek.”

 “Sevgiyi sakın ihmal etme.”

 “Onların tek farkı, gerçekten kim olduklarını anlamaya ve bunu bilerek yaşamaya başlamaları.”

 Ne güzel mesajlar değil mi? Değişim güç ister, yavaş yavaş gerçekleşir. Zaman zaman değişim korkutucudur, işte o noktada, zihin devreye girer ve der ki değişikliğe ne gerek var, otur oturduğun yerde, bildiğinden öteye gitme. Böyle yaparsan, başarısız da olmasın, tehlikeye de atmazsın kendini. Ama aslında hedef öğrenmek, keşfetmek ve değişmek. Ne istediğini ve ne yaptığını iyi biliyorsan, başarmamak imkansız. “SEVGİ” her zaman yanımızda olmalı, ancak o şekilde başarıya giden yola tam anlamıyla ulaşmak mümkün olacaktır. İşte burada öyle bir nokta gelecektir ki, o noktada herkes kim olduğunu ve yaşam beklentilerini bilerek yaşamaya başlayacaktır.

 Kimilerimiz için yaşam amacı başlı başına anlamlı, kimilerimiz de, neymiş bu yaşam amacı, ben onu bir türlü bulamıyorum diyor. Ama önemli olan farkında olup farkındalıkla bakmak yaşadığımız hayata. Aynen Martı Jonathan Livingston gibi bir farkındalık yaratmak, sadece yiyecek bulmak ve sahilden ayrılıp tekrar geri dönmek için uçmak yerine, yaşadığımız hayatı tutkuyla sevmek, yaşadığımız hayatı sahip olduğumuz tüm potansiyeli kullanarak tam da istediğimiz şekilde şekillendirmeye çaba göstererek yaşamak. Sabah kalkınca o günü yaşamak için bir hedef edinmek, tek hedefimizin akşam tekrar yatmak olmamasını sağlamak.