Yönetim üzerinde düşünmeye başladığımızda, kuşaklar, nesiller, X’ler, Y’ler, Z’ler derken kafamızı karıştıracak ne kadar çok şey üretiyoruz. Oysa sadelik ve yalınlık olduğunda hayat kolaylaşıyor, çözümler daha hızlı çıkıyor, insan kendini daha iyi hissediyor.
Kuşak filan demektense, “yeni dünya ve insan” demek yeterli gibi geliyor bana. Böyle düşünüyorum, çünkü aslında değişen ve yenilenen dünya, insanın bakış açısını değiştirip dönüştürüyor, ardından da yeni koşullara uyumlanma farklı şekillerde olmaya başlıyor.
Eski nesilden gelenler, yeni dünya gözlükleri ile baksalar bugüne, aslında konuşmak için canımızın çıktığı kuşak farkı lafı da ortadan kalkar kendiliğinden. Önce özenle birilerini birilerinden ayırıp, sonra onlara bir isim bulmaya çalışıp, sonra bir problem yaratıp, ardından da onu çözmek için uğraşıp didinmeye gerek hiç mi hiç gerek kalmaz.
Bugün hepimiz yeni dünyanın çalışanlarıyız. O zaman yeni dünyada çalışan insanı yönetmek nasıl bir şey sorusunu cevaplamak yeterli.
Yeni dünyada teknoloji öylesine gelişti ki, bilgi o kadar evrenselleşti ki, bireylerin kendileri ve çevreleri ile ilgili farkındalıklarını arttırma fırsatları o kadar çoğaldı ki, iş yaşamından beklentiler de farklılaşmaya başladı. Bütün bunlara ek olarak, insanlar yeni dünyada kendilerini daha fazla, daha doğru ve daha güçlü bir şekilde ifade etmeye başladılar. Yani aslında zaten içlerinde mevcut olan şeyleri seslendirmelerini sağladı yeni dünya. Yaptıkları iş karınlarını doyuruyorsa 🙂 yaptıkları işteki anlam ve amacı bulmak istediklerini söylemeye başladılar. O işi yaparken kendilerinden bir şey katmak, bildiklerini, yapabildiklerini işlerine aktarmak istediklerini dile getirdiler. Biraz gelişmek, farklılaşmak ve öğrenmek istiyoruz dediler. Katkımızı fark edin, hatta biraz da takdir edin ki biz de değerli hissedelim demeye başladılar. Bu söylenenleri daha genç nesilden duyan yönetim dünyası da bu duyduklarını ağırlıklı olarak kuşak değişimi ile bağladılar. Oysa bütün bunlar insan doğasına ait kavramlardı.
Yeni dünyada en üst yönetim kadrosundan, kurumun destek hizmetlerinde çalışan bireylerine kadar, her bir insanın çalıştığı kuruma ait hissetmesini desteklemek adına neler yaparız sorusunu cevaplamaya başlasak, aslında kuşaklarla filan hiç uğraşmadan yol almamız mümkün olur. İletişimi berraklaştırıp, güveni güçlendirip, çalışan gelişimini destekleyip, çalışanları yaptıkları işin sahibi haline getirip, sonra da katkılarını fark etmeye başlayıp, onları takdir etmeyi alışkanlık haline getirdiğimiz gün, ne kuşak çatışması konuşacağız, ne düşük karlılık, ne verimsiz çalışma sonuçları, ne de mutsuz ve ukala çalışanlar.
Yani kısaca odağımızı “önce iş, sonra insan” demekten alıp, şöyle bir içinde bulunduğumuz dünyaya dikkatle bakıp, ardında da “önce insan, sonra iş” demeye çevirebildiğimiz gün, biliyorum ki her şey çok güzel olacak.
Mutlu günler…